Araştırma/Analiz

Kafkasya Meselesi’nin Uluslararası Camiaya Arzı

kazım-berzeg
KÂZIM BERZEG / AVUKAT

 

ÇERKESLER GLOBAL TOPLUMUN DESTEĞİNİ TEMİN ETMELİDİR

İkinci dünya harbi sonunda, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Konseyi gibi bölgesel teşkilatların kurulmasıyla, devletlerin içte ve dışarıya karşı hâkimiyetlerini, zamanla artan ölçüde sınıflandıran gelişme dönemi başlatıldı. İnsan hak ve özgür­lükleri uluslararası hukukun en önemli unsuru haline geldi. Son otuz yıl boyunca içte ve dışta Sivil Toplum Örgütleri (NGO’lar) devlet işlevlerinin ortakları haline geldiler. Ulus-devlet çağının sonuna yaklaşıldığı iddialarının yanında, yerel kimliklerin ve tarihi kültürlerin teşvik edildiği bir “Global Toplum”un oluştuğu kanaati yaygınlaştı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve diğer milletlerarası teşkilatların bildiri, karar ve antlaşmalarıyla, devletlere, azınlık­ların varlıklarını dil ve kültürlerini korumak ve yaşatmak mükellefiyeti yüklendi. Mesela, BM 1993 tarihli Azınlık Hakları Bildirgesi, AGİT’İN 1990 tarihli Kopenhag Belgesi, aynı tarihli PARİS ANLAŞMASI bu cümledendir. Paris anlaşması ile NGO’lar da, AGİT teşkila­tında yer aldılar.

Avrupa Konseyinin 01.02.1998 tarihli “Ulusal Azınlık­ların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme”sinin 1. Maddesi “Azınlıkların Korunmasını “Uluslar­arası İşbirliği Kapsamı” içine alarak, devletleri millet­lerarası denetim, hatta müeyyideye muhatap hale getirdi. Milletlerarası alanda, sivil toplum ve NGO’ların artan etkin­liği nazara alındığında, azınlıkların korunmasının Global Toplum denetimine alındığı söylenebilir. Kuzey Kafkasya’nın yerli halkları arasında, kendisini Çerkes adıyla tanıtan yok. Adiğe, Abhaz-Abaza, Karaçay, Çeçen, Balkar, Lezgi vb. adlarla bölünen bu halklar çok farklı, Kafkas, Türkik ve Hint-Avrupa gruplarından diller konuşurlar.

Kuzey Kafkasya halklarına Türkiye’de, Ortadoğu’da ve Batı Avrupa’da, topluca Çerkes adı verilir. Kuzey Kafkasya’ya 19. yüzyıldaki Rus işgalinden önce Avrupa’da Çerkesya, Osmanlı’da Çerkezistan denirdi. Mesela, İngiliz yazar James S.Bell’in 1840’ta yayınlanmış kitabının adı “Çerkesya’da İkamet”, Longworth’un aynı tarihte yayınlanan kitabının adı da “Çerkezler Arasında Bir Yıl”dır. Batı’da yapılmış eski haritalarda Çerkesya Kuzey Kafkasya’da, Karadeniz’ den, Dağıstan’a uzanır. Kuzey Kafkasya halklarını, kendi adlarıyla dünyada kimse tanımıyor. Ortak Çerkes adı ise, sandığımızdan çok daha iyi tanınan bir ad. Bu sebeple, ben de, Kuzey Kafkasya halkları yerine Çerkes adını tercih ediyorum.

Çerkesler, Kafkasya’ya saldıran Ruslara karşı yüzyıl süren savunma harplerinde çok nüfus kaybettiler. Kalan nüfusla­rının çoğunluğu da Kafkasya’dan sürüldü. Bu yüzden Rusya’da ve bulundukları ülkelerde, yok olma tehdidi altında azın­lıklar. Varlıklarını sürdürebilmeleri için, önce en yakınlarının ve tüm global toplumun yardımını, desteğini talep etmek zorundalar.

Global toplumun yardım ve desteğini daha etkin biçimde sağlamak için, Çerkeslerin kendilerini yeniden tanıtmaları gerekli.

Moskova-Baltık arasındaki eski topraklarından yayılan Ruslar, dünyanın çok büyük kısmını kolayca işgal ettiler. En zor ve en çok telefatla işgal ettikleri yer, Kuzey Kafkasya oldu. İşgalden sonra, Çerkesler hakkında bilgi tekeline talip oldular. Bu imkânı bir taraftan çetin harbin husumeti, diğer taraftan işgal ve sürgünü mazur göstermek gayretiyle, tarihi tahrif ederek Çerkesler aleyhine kullandılar. Komünist dikta­törlük döneminde tarih tamamıyla tahrif edildi. Bu gerçeği, Osmanlı ordusunun 1569 daki Don-Volga kanal seferini, Osmanlı arşivi ve Rus kaynaklarını kullanarak yazmış olan Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat, “Sovyet tarihçilerinin çalışmaları ve görüşleri belli bir ideolojiye göre ayarlandığı ve dogmatik olduğu için ilmi olmaktan uzaktır” cümlesiyle anlatmakta­dır. Bu sebeple, Rus propagandasına karşı Çerkesler yeniden tanınmalı.

Çerkeslerin tarihte, heybetli mimari yapılar gibi maddi medeniyet eserleri olmadı. Ancak, global, topluma yön veren, Batı’yı etkileyebilecek bir “medeni veçheye sahip oldular. Bu veçhe, Çerkeslerin varlıklarının bekasına daha etkin destek sağlayacak mahiyettedir. Tanınmış İngiliz tarihçisi W.E.D. Allen, Türk Genelkurmayı’ nın “Osmanlı-Rus Sınırında Harplerin Tarihi” adıyla yayın­ladığı eserinde Çerkesleri “Asya’nın en medenî kabile kültürüne sahip halkı” olarak nitelemiş ve Ruslar tarafından yok edilip sürüldüklerini yazmıştı. Yazarın tarihlediği 19. yüzyılın ilk yarısında, Avrupa’nın bazı bölgelerinde de kabile düzeni hâkimdi. Yazarın Çerkes’leri MEDENİ olarak nitelemesi dikkat çekicidir. Benzer şekilde, Polonyalı yazar Theodor Lapinski 1858’de Kafkasya’da rastladığı Hristiyan Çerkes köylülerinin “pek çok Avrupa’lı köylüden daha mede­ni” olduklarını yazmıştı. Benzer şekilde 1837-1839 yıllarında üç yıl Kafkasya’da kalan ve Çerkesleri inceleyen İngiliz entellektüel James Stanislaus Bell 1840’ta Londra’da yayınlanan iki ciltlik eserinde Çerkeslerin, “tanıdığı ve haklarında bilgi edindiği toplumların arasında en kibar, terbiyeli (polite) halk olduğunu” ifade eder. Çerkesleri Rus işgalinden önce, Kafkasya’da tanımış olan Batılı başka yazarlarda da Çerkes medeni vehçesini belirtenlere rastlanır.

Batı medeniyetinin Türkiye’de pek algılanmamış olan bir veçhesi de “Âdab-I Muaşeret Medeniyetiolmasıdır. İtibarlı Fransız tarihçi Fernand BRAUDEL, “Uygarlıkların Grameri” adıyla çevrilmiş eserinde, Avrupa uygarlığını 11. yüzyıldan itibaren feodalitenin inşa ettiğini ve temelinin “Şövalyelik Uygarlığı” olduğunu yazar. C. Seignobos gibi Avrupa tarihçileri, şövalye geleneklerinin sonradan aristokrasiyi ve onları taklit eden burjuvaziyi şekil­lendirdiğini, halka intikal ettiğini, orta çağ asaletinin Avru­pa’ya bıraktığı en devamlı mirasın âdab-ı muaşeret ol­duğunu belirtirler. Fransız ihtilaliyle doğan, sonra­dan sosyalizmi de etkileyen aristokrasi düşmanlığına Anglo-Sakson dünyasının büyük siyasi düşünürü Edmund Burke, toplumun medeniyet örneğini kaybedeceği gerek­çesiyle karşı çıkar. Viyana Kongresinde (1815)Avrupa adabı muaşereti, milletlerarası protokol kurallarına kaynaklık eder. Marksist kökenli İngiliz İşçi Partisi ve diğer sosyalist partilerin iktidar dönemlerine rağmen Kuzey Avrupa’da, adabı muaşeret medeniyetinin sembolü olan monarşilere karşı çıkılmaz.

Avrupalı yazarların Kafkasya’da, Rus işgali öncesindeki Çerkesleri medeni olarak nitelemelerinin sebebi, Çerkeslerin de, J.S. Bell’e göre Avrupalıları da aşan bir Âdab-I Mua­şeret düzenine sahip olmalarıdır. Bell, bunu Avrupa’daki gibi soyluluk adabı (Adiğecedeki work khabse kelimesini kullanarak) olduğunu ve düzenin, Avrupa’nın şövalyelik geleneği (ifchivalrous gallantry of Europe) ile aynı kaynak­tan gelebileceğini kaydeder. Polonyalı yazar Lapinski, azınlıktaki Çerkez Hıristiyanlığının “Katolik, Latin Hıristiyanlığı olduğunu yazar. Bu durum, Çerkeslerin, eski dönemlerde Avrupa ile Ortodoks Slav dünyası vasıta­sıyla değil, Akdeniz yoluyla irtibat kurduklarını açıklar.

Adabı muaşeret düzeni, Kuzey Kafkasya’nın dilleri, etnisiteleri çok farklı olan halklarını, birleştiren, onların ortak Çerkes adıyla anılmalarına yol açan başlıca ortak değerleridir. Eski Çerkesler insan hayatının bütün hal ve ihtimallerini, insana saygı, kibarlık, nezaket, zara­fet esasları üzerinde kurala bağlamış, toplumun ta­mamını, kuralları herkese öğretecek, insiyaki, doğal hale getirecek sürekli bir eğitim teşkilatlanması haline getir­mişler, Avrupalıları da aşan Âdab-I Muaşeret Düzeni Ve Medeniyetini böyle oluşturmuşlardı.

Çağdaş medeniyetin oluştuğu yer olması dolayısıyla, dün­yanın haber ve etkileşim merkezi de hala BATI’dır. Günü­müzde, gerek Kafkasya’da, gerekse dağıldıkları ülkelerde tamamen kaybetmiş olsalar da, Çerkesleri Batı’ya, dolayısıyla global topluma eskiden sahip oldukları Âdab-I Muaşeret Medeniyetini ve bunun kaybının tüm insan­lık için de kayıp, olduğunu hatırlatarak tanıtmak, varlıkları­nın devamını destek sağlamakta ayrıcalık kazandıra­caktır.

Bazı düşünürler, insanlığın yaşamakta olduğu dönemi, “İnsan Hak Ve Özgürlükleri Çağı” olarak nitelendi­rirler. J.S. Bell, üç yıl yaşayıp incelediği Çerkesya’yı “burası özgür bir ülke, hatta gereğinden fazla özgür” olarak da nitelendirmişti. Bu ister istemez bize, Çiçero’dan John Locke’a, ondan günümüze gelen ve Batılı özgürlük anlayışının temeli olan “negatif özgürlük” tanımını hatırlat­maktadır. Negatif özgürlük “bir başkasının keyfi ira­desine tabi olmamak” olarak tanımlanır. Bu tanımdaki kilit sözcük “KEYFİ İRADE”dir. Bu Çiçero’dan günümüzü herkesin kurala bağlı olmasını ifade eder ve Locke lisanında “kural (kanun) yoksa özgürlük de yoktur” formülüyle ifade edilir. Bu formül, hukukun üstünlüğü dü­şüncesinin de mantıki temelidir. Çerkeslerin Âdab-I Mua­şeret Medeniyeti, herkesi kurala bağladığı, ku­ralları insiyaki hale getirdiği, hiç kimseye keyfi irade alanı bırakmadığı için, günümüzün insan hak ve özgürlükleri ideali peşindeki global toplumuna, örnek ola­rak tanıtılabilir.

İnsanlığın ezeli hedefi, uzun ve sağlıklı yaşamaktır. Ameri­kalı araştırmacı Sula Benet, 1970’den itibaren, Kafkasya’da, Çerkes topluluğuna mensup Abhazları incelemiş ve uzun ömürlü olmalarının nedeninin etnik özelliklerine, iklime veya gıdalarına bağlı olmadığını, koruyabil­dikleri kadar tabi oldukları toplum düzenine, âdab-ı mua­şeretlerine bağlı olduğunu 1973’te yayınladığı eserinde belirtmişti. Benet’e göre uzun yaşamı var eden kültürel, sosyal ve psikolojik etkenler ve bunların en önemlileri olan gerek bireysel, gerekse grupsal davranışla­rın değişmezliği, anlaşmazlık ve stresten ko­ruyan mekanizmalardır. Benet de gerçekte herke­sin kurala bağlı olduğu ve bunu içselleştirdiği bir âdab-ı muaşeret düzenini tarif etmektedir.

Çerkeslerde herkes muhatap olduğu şahsa veya topluma karşı nasıl hareket edeceğini ve nasıl bîr cevaba muhatap olacağını bilir. Endişenin ve stresin sebebi bilinmezliklerdir. Aile içi ilişkileri de kurala ve seremoniye bağlayan Çerkez Âdab-I Muaşe­reti, insan davranışlarında BİLİNMEYEN, bilinmediği için endişe ve stres kaynağı olan alan bırakmaz.

İnsan sağlığı ve ömrü için gerekli olan bu toplum düzeni de global topluma tanıtılmalı, bu düzeni kuran toplumların varlığının korunması talep edilmelidir.

Çerkeslerin Selçuklu devlet yönetiminde de yer aldıkla­rına dair işaretler vardır. 13. yüzyıldan itibaren sultan olarak büyük MEMLUK devletini yönettikleri, 15. yüzyıldan itiba­ren de sadrazamlıktan itibaren, üst kademesinde büyük Osmanlı devletinin yönetimine katıldıkları tarihi gerçekler­dir. Buna rağmen hiç bir Çerkes, Kafkasya’da da, Memluklar veya Osmanlılar benzeri devlet kurulmasını düşünmemiş, Çerkeslerin, devletsiz “kendiliğinden düzeni” uygun bulunmuştur. Modern dünyanın son dönem gidişini yönlendiren temel siyasi düşünceye göre, Ortega Y. Gasset’ in ifadesiyle hak ve özgürlüklere karşı “devlet en büyük tehlike”dir. Ancak, hak ve özgürlüklerin güvenceye alın­masında kullanılacak başka imkân da yoktur. Bu sebeple devlet gücünü sınırlandırmak ve denetime almak suretiyle varlığına tahammül etmekten başka çare yoktur. Ulus dev­letin sona yaklaştığı iddialarının temelinde de bu düşünce vardır. Ahmet Mithat Efendi, 1874 yılında başlığı “Çerkesya’da Hükümet Şekli Ve Uygarlık Düzeni” şeklinde günümüz Türkçesine çevrilen makalesinde, merkezi hükü­metsiz (devletsiz) Çerkesya’da, bütün devlet fonksiyonla­rının en iyi şekilde yerine getirildiğini anlatmıştı. Bu maka­leyi, çağdaş siyasi düşüncenin önde gelen temsilcisi olan Sayın Prof. Dr. Atila Yayla, Yeni Forum dergisinin Mayıs-1995 tarihli sayısında “Yazı siyaset teorisi açısından da bir hayli ilginçtir. Merkezi bir siyasi yönetim olmaksızın toplumsal düzenin olmayacağı yolundaki klasik tezi yalanlayan bir ör­nektir” notuyla yayınlamıştır. Çerkeslikle ilgisi olmayan Sa­yın Yayla Türkiye’de fiilen dünyanın liberal düşünce odakla­rını temsil etmektedir. Devletsiz, ancak devlet fonksiyon­larının eksiksiz yerine getirildiği Çerkes Toplum Ve Uy­garlık düzeni, dünyada en azından klasik liberalizmi be­nimseyen fikir veya siyaset gruplarıyla NGO’larda taraftar bulur.

Encyclopedia Americana’de “Languages of the World” bah­sinde, Kafkas dil grubunun lenguistic yönden çok önemli olduğu, eski Anadolu, Hatti ve Mezopotamya dilleriyle iliş­kili bulunduğu yazılıdır. Juliusvon Meszaros‘un, ABD’de Chicago Üniversitesinde yayınlanan “Vubıh Dili” adlı kitabında, Vubıhça’nın HATTİ dili olduğu yazılır. Batı mede­niyeti tarihçileri, Batı medeniyetini, Mezopotamya ve Ana­dolu’dan başlatırlar. Çerkes dillerinden olan Vubıhça, son nefesini Anadolu’da verdi. Global topluma diğer Çerkes dillerinin de yok olmaması anlatıldığında, mutlaka destek­çiler bulunur.

Suriye’den kaçanlar için dün Angelına Jolie Türkiye’ye geldi ve ünü sebebiyle dünyanın ilgisini topladı.

Dünyanın ilgisini çekecek Çerkesler de var. Türkçe’ye NOBEL kazandıran ORHAN PAMUK bir kitabında, dedesi­nin Çerkes olduğunu yazmıştı. Almanya Federal Parlamen­tosunun Türkiye kökenli ilk milletvekili, halen Yeşiller’in eş başkanı ve Avrupa Parlamentosu üyesi olan Cem Özdemir, babasının Çerkes olduğunu söylüyor. Ünlü Leningrad Filarmoni Orkestrası’nın dünyaca ünlü şefi Temirkanov da (Demirkan) Çerkes. Bir araya getirilse­ler, mesela Londra’da, milletlerarası pen klübü merkezinde, Çerkes varlığı için global topluma mesaj verseler, çok etkili bir başlangıç olmaz mı?

BM Antlaşması’nın 52. Maddesi bölgesel teşkilat­lara meşruiyet tanıyor. Avrupa Konseyi gibi İslam Devletleri Konferansı da, BM de meşruiyeti olan en çok üyeli teşkilat. Çerkeslerin Büyük Kısmı Müslü­man. Kuzey sınırında olduklarından tarih boyunca, Müslümanlığın en ağır bedelini ödediler, halen Çeçenistan ve diğer bölgelerde ödemekteler.

Çerkesler, ayrıca, geçmişte, Memlük Devletiyle İslam âleminin büyük kısmını yönetip liderliğini yaptılar. İslamın Haçlı ve Moğol baskısından kurtulmasına hizmet ettiler, İslam medeniyetine son safhasını yaşattılar. Tüm İslam Âlemine bunları hatırlatıp desteklerini talep etmeye tabiatıyla hakları var.

Çerkesler, İstanbul’un fethinden, yaklaşık 600 yıl öncesinden itibaren Osmanlı’nın yönetiminde çok sayıda başvezir-sadrazam düzeyinde yer aldılar. Prof.Dr. A.N. Kurat’ın bah­settiğim eserine konu olan 1569 Kanal Seferi’ne giden Osmanlı Ordusunun komutanı Çerkes Kasım Paşa idi. Osmanlı’daki Devşirme-Türkmen ihtilafında, daima Anadolu Türkmenleriyle beraber oldular. Bu sebeple, dost Türkmen’ler Abaza Destanı’nı da yazıp söylediler. Osman­lı’ya 1864’teki toplu sürgünden sonra, bütün savunma harp­lerine gönüllü olarak da katılıp kanlarını verdiler. Kurtuluş Savaşı’nın etkin gücünü oluşturdular.

Bazıları, DİASPORA lafını icat etti. Türkiye için bu laf geçerli değil. Çerkes varlığının, dillerinin, kültürünün korunması, Çerkeslerin Âdab-I Muaşeret Medeniyetlerinin ihyası için, en büyük desteği, çok değerli, kardeş Türkiye halkından, gerektiğinde NGO dışındaki siyasi alanda temsil ve korunmayı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden beklemekte elbette hakları var.

Rusya Çerkeslere çok büyük haksızlık yaptı. Ruslara da dostça, hakkımızı gasbettiniz, iade edin demek düşmanlık sayılmaz. Çerkeslerin talebine RUS halkından da mutlaka destek çıkar.

______________________________

TARİH BİLİNCİ, SAYI:19-20, KASIM-2012

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu