Erol Karayel

ÖLÜME YATMIŞ TOPLUM

EROL KARAYEL

Tartışmalara açık antik çağ dönemini ve ortaçağda 250 yıl kadar hüküm süren Abhaz Krallığı dönemini bir kenara bırakırsak, Kafkasya halkları tarih literatüründe “devletsiz toplumlar” kategorisinde yer alıyor.  Bu yoksunluk, hümaniter perspektiften bakıldığında toplumlarımız hanesine erdem olarak yazılabilecek pek çok olumluluğu içinde barındırsa da (ki bunları sonraki yazılarımızda ele alacağız); gerçek hayatta toplumlarımızın organizasyonsuz ve savunmasız kalması sonucunu doğurmuştur. Nitekim devletsizliğimiz sebebiyledir ki bugün geldiğimiz noktada anavatanımız işgal altında, demografyamız da tarumar vaziyettedir.

Fakat daha da kötüsü, bir başka yazımızda da dikkat çektiğimiz (tıklayınız) bu olumsuz tabloya karşı toplumlarımızın herhangi bir var olma iradesi ortaya koymaması ve takındığı bu “kendinden vazgeçmiş toplum” görünümünü adeta iyice kanıksamış olmalarıdır.

***

Toplumların tarihsel gelişim aşamalarını inceleyen ve yorumlayan meşhur tarihçi ve filozoflar bu hali nasıl yorumluyorlar diye merak ettim ve kendi çapımda küçük bir araştırma yaptım. Tabii ki İbn Haldun’dan başladım.  Çünkü bu işin üstadı o. Ondan önce tarih birbirini takip eden fakat birbirinden kopuk vakalar zinciri iken, ilk defa İbn Haldun tarihi olayları inceleyip, bütüncül bir okumaya tabi tutmuş, çıkarımlarını yapmış ve tarihin akışına yön veren genel ilkeleri tespit etmeye çalışmış. İbn Haldun’un tarih analizi ekseninde ise “devlet” var. Mukaddime’sinde asabiyeden (soy bağı) devlete geçiş, devletlerin yükselme ve çöküşünde etkin olan faktörleri detaylarıyla irdeliyor. Mukaddime’de, kan temelli olan “asabiyye” bağının bir toplumun devlet kurmasına yeterli olacağını söylüyor fakat üzülerek belirtmeliyiz ki biz Kafkasyalılar tarihte bu aşamayı yaşayamamış toplumlarız.  Hal böyle olunca İbn Haldun’un toplumumuzun yaşamadığı sonraki aşamalara (devlet aygıtının olduğu dönemler) yönelik değerlendirmeleri de bizim tarihimizde bir karşılık bulmuyor maalesef (Daha geniş bilgi için tıklayınız).

***

Bu sefer Wilhelm Hegel’in “idealist tarih yorumuna” bakıyorum acaba o ne diyor bizim gibi toplumların haline diye. Ama Hegel devlet öncesi toplumları adeta yumurtanın içinde larvalar gibi görüyor tabiri caizse. Üstten bir bakışla onların bir tarih becerilerinin olmadığına hükmediyor peşinen. Hegel, bir aile, klan veya halkı ancak devletleştikten sonra dikkate alınmaya değer buluyor.

Hegel’in devlet haline gelen toplumların ilerleme ve kalkınması ile ilgili tezi ise kalkınmanın ancak düşüncelerin çatışmasıyla gerçekleşeceği yönünde. “İleri sürülen bir düşüncenin (tez) karşıtları, bu düşüncenin eksik veya çelişkili taraflarını öne çıkarır (anti tez) ve böylece bir fikir çatışması ortaya çıkar” diyor Hegel. Bu çatışma sonrasında yeni bir düşünce (sentez) doğar ancak bunun da eksikliklerini bulan birileri çıkar ve tezler ile anti tezlerin sürüp giden ve birbirini üreten çatışmaları ile birlikte insanoğlu da kalkınma ve ilerleme yolunda mesafe kat eder diyor Hegel’in “idealist tarih yorumu”.

Özetle Hegel “maddelerin dünyası, düşüncelerin dünyasında meydana gelen değişimle şekillenir” diyor ve bizim gibi halklar için hiçbir reçete yazmıyor. Ondan alabileceğimiz tek müspet şey bizim de kurtuluşumuz için düşünce üretimine ehemmiyet vermek olabilir gibi gözüküyor.

***

Marxizme göz atıyorum sonrasında hızlıca bir şey bulabilir miyim acaba diye. Anahatlarını herkes bildiği ve ideolojisi Kafkasya’da kısa bir süre öncesine kadar uygulama alanı bulduğu için fazla uzatmadan kabaca şöyle anlatabiliriz Marksizmin tarih perspektifini. “Tarihin akışını sınıflar arası çatışma, mülkiyet ve üretim araçları belirler” diyen Marx tarihi başlıca dört döneme ayırıyor. Başlangıcını “ilkel komünal dönem” olarak isimlendiriyor ve eşitsizliğin olmadığı bu dönemi kutsuyor. Daha sonra toplumun “kölelik dönemi” ve “feodal dönemleri” yaşadığını belirten Marxist öğreti, son olarak sömürünün zirve yaptığı “kapitalist döneme” girildiğini söylüyor. Adaletin ise ancak komünal yaşamın hakim olduğu ve eşitsizliğin olmadığı ilk ilkel döneme dönülmesi ile gerçekleşebileceğini iddia ediyor.

Doğru olarak işgallerin üretim araçları ve hammadde kaynaklarına ulaşmak için gerçekleştiğini tespit eden Marxist öğreti, halkımız için “keskin sınıflaşmaların patlamaya sebep olacağı günü beklemekten” başka bir kurtuluş reçetesi önermiyor bugün için maalesef.

***

Son olarak İngiliz tarihçi ve filozof Arnold Toynbee’ye dönüyorum bir umutla. Yaptığı tarih analizinde “medeniyeti” merkeze alan Toynbee, “Medeniyet, içinde bütün insanlığın herkesi kapsayan tek ailenin üyeleri gibi tam bir uyum halinde yaşayabileceği bir toplum yapısı teşkil etmek için girişilen çabadır” diyor.

Toynbee medeniyetin gelişmesini “Meydan Okuma ve Tepki Yasası” adını verdiği teorisi ile şu şekilde formüle ediyor: “İnsanoğlu medeniyet inşa etme yolunda bir dizi meydan okumalarla (karmaşık problemler, aykırılıklar, zorlu koşullar v.b.) karşılaşır. Şayet insanoğlu karşılaştığı sorunların üstesinden gelebilen/çözümleyebilen başarılı tepkiler verebilirse medeniyet düzeyine ulaşarak arzulanan kalkınmayı gerçekleştirebilir. Eğer sorunlara yönelik çözümlemeler başarısız olursa o zaman ne medeniyet, ne de kalkınma eylemini gerçekleştirebilir.”

Toynbee söz konusu “meydan okumaları” da ikiye ayırmış:

– Doğadan kaynaklı meydan okumalar (İklim, coğrafya, doğal kaynaklar v.s.)

– İnsan kaynaklı meydan okumalar (Demografik yapı, kültür, sosyal yapı, v.s.)

Kafkasya halkları doğal meydan okumalarla yüzyıllar boyunca yüzleşmiş ve bunları bir şekilde aşmıştır.

Ama neye karşılık?

Muhtemelen çok ağır bedeller ödeyerek ama Toynbee’nin öngördüğü şekilde, yollar, kanallar açarak, doğayı ıslah ederek değil. Kafkasya halkları doğaya ciddi hiçbir müdahalede bulunmamışlardır. Yani, taştan, tuğladan yeni yerleşim birimleri inşa etmeye yönelmemişler, dolayısıyla toplu yaşam imkanı verecek bir şehir ortamı da oluşmamıştır. Bunun sonucu Toynbee’nin öngördüğü yönde bir yetenek de geliştirememişlerdir.

Sadece bu da değil; Toynbee, medeniyet ya da devlet bloklarının her birinin merkezinde “deha sahibi elitler” olduğunu söylüyor. “Bu elitler yalnızca toplumlarının karşısına çıkan “meydan okumaları” başarıyla savuşturmakla değil, aynı zamanda velud olmayan kalabalık kitleleri de kendileriyle birlikte sürükleyici bir işlev olarak görürler” diyor.

Elimizdeki tarih metinlerine baktığımızda, “deha sahibi elit” olarak isimlendirebileceğimiz Kazanuko Jabağı’dan başka bir isim göremiyoruz maalesef Kafkasya’mızda. Kazanuko Jabağı da gökte yıldız gibi bir dönem parlamış ve kendi dönemine katkılarını sunduktan sonra Rabbine kavuşmuş. Devamında ise yerini dolduracak kimse çıkmamış maalesef ve bugün de hala bilinen böyle biri yok.

Ancak Kafkas halkları, Toynbee’nin öngördüğü “meydan okumayı” istilacı kavimlerin saldırılarıyla insan kaynaklı olarak yaşamışlar ve sadece buna tepki vererek savaşçı yeteneklerini bireysel anlamda ciddi şekilde geliştirmişlerdir.

Kısaca Kafkasyalılar doğayla mücadeleye girmemiş, toplu yaşam alanı olarak şehirler kurmamış, mabetler yapmamış ve sanat eserleri oluşturmamışlardır.

Arnold Toynbee tarih teorisini ortaya koyup, ihtimalleri değerlendirdikten sonra bizi doğrudan ilgilendiren şu hükmü veriyor: “Bir toplum için düşünülebilecek en kötü şey, tepki verme iradesinin tükenmiş ve kendisine dayatılan konjonktüre teslim olmasıdır”.

Yani üzerimize alınarak tefsir edersek bu sözüyle Toynbee doğrudan “toplumumuzun ölüme yattığını” söylüyor.

Bu sözü kurşun gibi. Bu atmosferde diğer analistlere bakmak mümkün değil. Şimdilik ara verip sonraki yazımızda bize moral verecek olan Pierre Clastres’e göz atalım inşaallah.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu