Araştırma/AnalizYılmaz Dönmez

SOYKIRIMIN SOMUT BİR ÖRNEĞİ DAHA “ÖLÜM VADİSİ”


Anavatanımızın yaşayan gümüz yazarlarından ve bir okuyucu olarak büyük bir hayranlık ve saygı duyduğum Ğućeĺ`ı Nurbiy’in 2016 yılında Maykop’ta basılan TIĞUJIKO KIZBEÇ adlı kitabındaki “Ölüm Vadisi” adlı hikâyesinin Türkçe özet tercümesini 21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgünü ve Soykırımının somut bir örneği olarak siz değerli okuyucularıma sunmak istiyorum. En derin sevgi ve saygılarımla.

Śey Yılmaz DÖNMEZ
İstanbul-04.05.2020

***

Umut insanı yaşatır. Bazen, Adige tarihi konusunda araştırmalarım esnasında gördüklerim ve duyduklarım içimi daraltır, özellikle halkıma düşmanın yaşattığı soykırımın nedenini aklım almaz, yüreğim dayanmaz ve bu mezalimi bir türlü yazmaya elim varmaz olur. Çünkü o mezalimi anlamak için benim gördüklerimi görmemişseniz veya duyduklarımı duymamışsanız yaşanan acıları yazıya dökerek anlatabilmek gerçekten çok zordur. Fakat yinede şahit olduğum yaşanmış acı bir hatıratı sizlere becerebildiğim kadarı ile anlatmaya çalışacağım.

Araştırmalarım esnasında duyduğum ve tam olarak vakit ayırıp aydınlatamadığım bir hikâye vardı.  Bu hikâye “Ölüm Sessizliğine Bürünmüş Vadinin” Yiĺ`ıćığe Ćey Yikebar)  hikâyesi idi. En sonunda bu gizemli vadiyi gidip görmeye ve hikâyesini öğrenmeye karar verdim. Bu vadinin yerini ve hikâyesini anlatabilecek tek kişinin Şhapsığ bölgesindeki Jıvubğu köyünde yaşayan yaşlı bir avcı olduğunu öğrendim. Yaşlı avcının yanına giderek bana Ölüm Vadisinin yerini söylemesini ve hikâyesini anlatmasını rica ettim.

Yaşlı avcı kalkık kalın kaşlarının altından uzun uzun yüzüme baktı. Sonra oğlunu çağırdı.

*  “Atları hazırlayın yola çıkacağız.” dedi. Karısı yol azığı hazırlamaya başladı. İhtiyar az ve öz konuşuyordu. Kararları kesindi. İtiraz etmek mümkün değildi. Sıkı bir adamdı. İhtiyar yerinden kalktı avcı elbiselerini giydi. Ocağın başındaki rafta duran kitapları karıştırdı. İçlerinden iki kâğıt parçası alıp cebine koydu.

* “Sen vadinin yerini tarif et yeter. Sana zahmet vermek istemiyorum.” Dedim.

* “Adige töresi (xabzesi) benimle doğmadı, benimle de ölecek değil evlat.” diyerek elbiselerinin düğmelerini iliklemeye ve konuşmaya devam etti. “O uğursuz yerin adını artık kimse anmıyor. Sen de ne yapacaksın bilmiyorum. Ancak orayı görmeden hiçbir şey anlayamazsın. Seni orya normalde insanların gittiği yoldan değil, avcıların ve abreklerin (savaşçıların) gittiği yoldan götüreceğim.” dedi ve üzerimdeki yeni elbiseleri bir müddet süzdü.

Güneş yükselmeye başladığında yola çıktık. Atlarımız kıdır denen cinstendi. Alçak ve uzun tüylüydüler. Bir müddet sonra atım anlam veremediğim bir şekilde hırlamaya ve başını sallamaya başlamıştı. Ben ata da, üzerinde oturduğum eğer takımına da alışmaya çalışıyordum. At toynaklarını yere saplayarak hafif koşar gibi oldu. Ben de telaşla dizgine biraz daha sıkı yapıştım. Avcı ihtiyar arkasına dönüp bana baktı.

* “Uğraşma, biraz ısınsın kendi kendine normal yürümeye başlar. Dağlara tırmanma konusunda bu atlarla boy ölçüşecek at cinsi yoktur. Taşlık alanlardan bile hiç etkilenmez ve asla tökezlemez.” dedi.

Afı dağları sağrımızda Jıvubğu vadisini geçtik. Ṫeşü`ups tarafındaki denize doğru yöneldik. Bu bölgede birbirinin üzerine binmiş gibi dağlar denize dik olarak uzanıyordu. Dağların doruklarına doğru çıktıkça vadideki ulu ağaçlar küçülüp bir çalı gibi görünüyordu. Atlarımız arka ayaklarına bütün yükü vererek önümüzdeki yokuşlara mükemmel bir şekilde tırmanıyordu. Atlarla geçtiğimiz patika yolun iki tarafında, dağlardan akan sularının resmen duvara dönüştürdüğü derin uçurumlar vardı. Atlara yanlış bir konut vermeniz durumunda uçurum dibini boylamanız an meselesi idi. Üzerinde oturduğum attan düşmemek için uzun süredir kendimi gerdiğim için dizginleri tutan ellerim de üzengideki ayaklarım da uyuşmuştu. Etraftaki yüksek dikenler de yeni elbiselerimi de parçalamıştı. Dağın tepesinde küçük bir düzlüğe geldiğimizde atları bir ağaca bağlayıp dinlenmek için biraz mola verdik. Kat ettiğimiz uzun yol beni oldukça yormuştu. Sırtımı bir ağaca dayadım uyuşan ayaklarımı ovalamaya başladım. Ancak gözlerimin gördüğü manzaranın güzelliği her türlü yorgunluğa bedeldi. Üzerinde bulunduğumuz dağın ucu denize doğru uzanıyordu. Önümüzdeki iki dağın arasındaki derin vadi uçurumlarla çevriliydi. Yüksek ve keskin uçurum duvarlarının çevirdiği aşağıdaki vaki dağların eteğinden itibaren çıplak bir düzlük halini alıyordu. Vadi sanki insan eliyle yapılmış bir zindanı andırıyordu. İhtiyar avcı kamışı ile önümüzdeki dağların dibine saklanmış gizemli vadiyi göstererek..

* “İşte Ölüm Vadisi… Şansın varmış ki bugün hava açık, burada genellikle hava kapalı olduğundan vadi hep karanlık görünür.” dedi.

* “Çok güzelmiş” dedim….

* “Güzel ceset oluyorsa, güzel o halde” dedi.

İhtiyarın ne demek istediğini anlamadım ve devamında ne söyleyecek diye merakla yüzüne bakmaya başladım. İhtiyar sessizliğe büründü. Gözleri buğulu bir şekilde uzak noktalara bakmaya başladı. Yüzünü bir hüzün kapladı ve kalın dudakları titreyerek yüzüme soğuk soğuk baktı. Geldiğimiz bu yerin hikâyesini bilmeyişime şaşırdığını yüzünden anlayabiliyordum. Bense hayret ve şaşkınlık içerisinde hala etrafı kolaçan ediyordum. Gördüğüm manzara doyumsuzdu. Buralar için tabiî ki savaşılırdı. Çok uzaklardan keklikler havalanıp ufukta kayboluyordu. İhtiyar anlatmaya başladı…

* “Eskiden buranın adı değişikti, burada bir Şhapsığ soylusunun köyü vardı. Ancak Kafkas-Rus savaşından sonra burası yerlerinden yurtlarından sürülen Çerkeslerin toplama kampı haline dönüştürüldü. Çerkesler buradan gemilere bindirilip sürgüne gönderilecekti. Şu dağın sırtını indiğinde orada Rus askerlerinin bir kalesi vardı. O kalenin olduğu bölge bu vadinin denize çıkan tek yolu idi. Ancak Rus askerleri vadiye topladıkları Çerkesler’lerden bulaşıcı bir hastalık kapmamak için yolu tamamen kapattılar. Zamanında kaldırılmayan cesetlerden etrafa sürekli hastalık yayılıyordu. Vadide ölümcül bulaşıcı hastalıklar kol gezdiği halde yinede Ruslar Kafkasya’nın iç kısımlarından akın akın getirilen Çerkesleri zorla bu vadiye dolduruyorlar çıkışlarına da izin vermiyorlardı. Bu zulme göz yuman her iki padişah ta birbirlerinden haberdar mıydı? Allah bilir. Bulaşıcı hastalık ve açlık illetine terk edilen Çerkeslere hiçbir şekilde yardımcı olmadılar ve onları bu Cehennemden kurtarmaya bir gemi dahi gelmedi. Çerkesler bu vadide göz göre göre telef oldular. Sebep olanları Allah’a havale ediyorum.

Vadideki manzaraya insan yüreğinin dayanması mümkün değildi. Cesetler her tarafa yayılmıştı. Bazıları topluca oturdukları veya yattıkları yerde oldukları gibi kalmışlardı. Binlerce insan bedeninden geriye sadece; yatan, oturan hatta dua ederken ellerini havaya kaldırıp kıbleye dönen insanların kemikleri donmuş bir şekilde kalmıştı. Topluca duran kemiklerin yanlarındaki küçük kemikler hiçbir suçu günahı olmayan çocuklara aitti. Kemik iskeletleri sanki canlıymış gibi insanların aileleri ile birlikte hane hane bir arada, birbirlerine kenetlenerek oturduklarına şahitlik diyordu. Böyle işte evlat. Çerkesler savaş için doğdu deyip bizi kandırıyorlar. Bize neler yapmadılar ki, yaşlı, genç, kadın, kız, çoluk-çocuk hepimizi öldürdüler. Köyleri yaktılar. Belki elinde silah olan bir şekilde sağ kaldı ama savunmasız insanlar bu şekilde yok olup gitti.”

Anlatırken yaşlı avcının iri gözlerinden gözyaşları süzülüyordu. Uzaktan deniz görünüyordu ama o denizde ölüm sessizliğine bürünmüş gibiydi. Denizdeki küçük dalgaların beyaz köpüğü sessizce dağın eteklerinde kayboluyordu. Duyduklarım ve gördüklerim karşısında içinde bulunduğum doğal zenginliğin havası sanki bana yetmiyordu. Vadiye inmek için bir yol aramaya başlamıştım ki ihtiyar seslendi…

* “Boş ver….” dedi. Dönüp baktığımda ihtiyarla göz göze geldik, derin bir iç çekti ve gözyaşları içerisinde devam etti anlatmaya.

* “Onların ruhunu rahatsız etme. Huzur içinde oldukları gibi kalsınlar.” dedi ve ardından bir müddet sessizce dua ederek ellerini yüzüne sürdü.

* “Ayın karanlığı aydınlattığı gecelerde vadide dolaşan gölgeleri görebilirsin. Gölgeler sabahın ilk ışıkları ile kayboluyorlar. Karanlıkta burada yatanların ruhu birer ateş böceği gibi etrafı kaplıyor ve vadiyi aydınlatıyor. Denizin acı çeken sesi sanki onların nefes alışı gibi insanın yüreğini yakıyor. Vicdan sahibi bir insan için o korkunç manzaraya katlanmak mümkün değil. Boş ver gitme…Görmesen daha iyi.” dedi….

* “O halde burası Çerkes ulusunun kalbinin attığı yer dersek yanılmış olur muyuz?” diye sordum.

* “Doğru olmaz. Daha doğrusu geçmişte burada olanlar bunu söylememize izin vermez. Biz buraya avlanmaya gelmedik. Burası insanların yaşadığı ve uğradığı bir yer değil. Burada ne kadar ararsan ara canlı bir üveyik bulamazsın. Görüyorsun bir karga dahi uçmuyor buralarda, martılara dahi uğramıyor buraya. Ne kadar ararsan ara bir kuş yuvası veya canlı bir hayvan yatağı bulamazsın bu dağlarda. Söylediklerine göre balıklar dahi bu kıyılara yanaşmıyor. İşte bunun için buraya ölüm vadisi diyorlar. Buradaki denizin üzerinde dünyada olup biten her şeyin yazılı olduğu söyleniyor. O denize bakarak Çerkeslerin yaşadıkları her şeyi okuyabilecek insanların var olduğunu söylüyorlar. Hadi şimdi bul öyle bir insanı, denize bakarak anlatsın sana her şeyi. Benim sana anlattıklarım annemin annesinin bana anlattıklarıdır.”

Vadideki toprağı bedenleri ile besleyen cesetlerin üzerinde biten çiçekler, şimdi o bedenlerden arta kalan kemikleri gözyaşları ile yıkıyordu. Küçük yapraklardan süzülen yağmur (çise) taneleri yüzyılı aşkın bir süredir vadideki o beyaz kemiklere hayat veriyordu. Tükürüğümü dahi yutamayacak şekilde boğazım düğümlenmiş ve ne diyeceğimi bilmeden oturuyordum. Denizden gelen dalga sesi içimdeki sıkıntıyı kamçılıyor gibiydi. Avcı birden ayağa kalktı “Ne yapacaksın işte böyle” dedi ve atın dizgini tutarak yola çıktı. Ben de arkama baka baka yola koyuldum. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra dağdan indik ve düz bir arazide yaşlı bir armut ağacının yanındaki su kaynağının başına geldik.

* “Otur. Şhapsığ bölgesi burası. Burada atalarının kokusunu alabilirsin.” dedi.

Küçük kaya parçalarının üzerine oturduk ve biraz yemek yedik. İlerideki dağın dibinde duran dolmenin (cüce evi) üstündeki taş, top mermisi darbesi ile yan tarafa düşmüş, yerde duruyordu. O dolmen de savaştan nasibini almıştı. Yinede büyük bir kısmı ayakta duruyordu. Bu topraklarda nereye bakarsan atalarımızın ayak izini görebiliyordunuz. Ancak şimdi buralarda bu izleri bırakanların çocukları neredeyse hiç yaşamıyor. Dolayısı ile onların değerini bilen insan da çok az kaldı. Biz armut ağacının altında otururken, Çerkes elbisesi giymiş iki kazak atlısı bize bakarak geçip gitti. İhtiyar üzgün bir şekilde…

* “Şunlara bak, ev sahibi oldular. Kendilerinin olmayan elbiseleri giymeye utanmıyorlar.” dedi.

Oturduğumuz yer de, hava da çok güzeldi. Ancak biz birbirimizin yüzüne bakmıyorduk. İkimizde derin düşüncelere dalmıştık. Oturduğumuz yer bizimdi ama şimdi başkalarının olmuştu. İhtiyar…

* “Senden razıyım, sağ ol.” dedi.

* “Asıl ben senden razıyım. Bana aradığım yeri gösterdin, hikâyesini anlattın. Çok teşekkür ederim.” dedim.

*Bu oturduğumuz yer Jejıyeko Alebiy’in köşesi diye anılırdı. Burada da kim bilir neler yaşandı. Kendisi Şhapsığların lideri ve ordu komutanıydı. Tığujıko Kazbeç ile iyi arkadaştılar. Onların halkı için yaptıkları çok şey var ama bugün bilinen ve anlatılanlar çok az. İşin en kötüsü onları anlatacak kimse de kalmadı. Ölüm vadisini yazıp gün yüzüne çıkarırsan halkımızın tarihine büyük bir katkı sağlamış olursun. Şimdiden niyetin ve emeklerin için çok teşekkür ederim. Allah senden razı olsun.” dedi. İhtiyar ayağa kalktı ve…

* “Çok savaşan bir şeyler kazanacaksa, yeryüzünde bizden daha kazançlı hiç kimse olmazdı.” dedi. Düşünceleri kısa ve netti ihtiyarın.

* “Zorluklar acı bir şekilde geride kaldı. Bugün o acılarla kendimizi bitirmenin bir anlamı yok artık. Umudu sürekli beslemek ve gelecekten ümitli olmaktan başka çaremiz yok.” dedim ve bende atıma binip arkasına takıldım.

* “O da doğru evlat. Ancak GEÇMİŞİNİ BİLMEDEN, İÇİNDEN ÇIKTIĞIN HALKA DEĞER VEREMEZSİN.” dedi ve koynuna elini sokarak iki kâğıt parçasını çıkarttı ve bana doğru uzattı.

*”Gittiğinde bakarsın. Tığujıko Kızbeç öldü dediklerinde inanma. O yatağında ölecek kahramanlardan değildi. Yiğit bir adamdı. Adamın içinde adam gibi bir adam daha vardı.” dedi ve havaya kaldırdığı yumruğunu yavaş yavaş indirdi.

Sanki birbirimizin düşüncelerini okuyor gibiydik. Bu yüzen daha fazla konuşmamıza gerek kalmıyordu. Sessizce tekrar yola koyulduk. Her şeyi bilen dünya sükûta durmuştu. Rüzgâr can sıkıcıydı, dağlar da hiçbir şey söylemiyordu, deniz gece-gündüz taşıdığı sırrın gizemine bürünmüştü, gökyüzü de bomboştu… Güneş, ay ve yıldızların ağzını bıçak açmıyordu…. Ölüm sessizliğine bürünmüş vadi her zaman olduğu gibi yine suskundu…..

Kaynak Kitap: Tığujıko Kızbeç
Basım Yeri ve Tarihi : Maykop-2016
Yazar: Ğućeĺ`ı Nurbiy
Özet Türkçe Çeviri : Śey Yılmaz Dönmez
Not : Resimler gerçek değil, temsilidir.

Bir Yorum

  1. GEÇMİŞİNİ BILMEDEN İÇİNDEN ÇIKTIĞIN HALKA DEĞER VEREMEZSİN.

    Başka söze gerek yok.

    Wopsew tśey

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu