Araştırma/AnalizDiaspora HaberleriYılmaz Dönmez

Sürgün Hikayesi.(Gözyaşı Rengini Yürekteki Hüzünden Alır.)

GÖZYAŞI RENGİNİ YÜREKTEKİ HÜZÜNDEN ALIR.

(NEPSIM YİŞÖ GUM YIĹ WUZIM XEXI.)

Sabaha doğru tekne açık denize ulaşmıştı. Kızıl bir renkle başladı şafak. Biraz sonrada bir yavru gibi güneş doğacaktı. Anne şafak, güneşi yıkayacak ve nur topu gibi bir evlat doğuracaktı. Güvertedeki erkekler yavaş yavaş gözlerini aralıyordu doğan güneşle birlikte. Kaç şafağa bu şekilde gözlerini açacaklardı hiç birisi bilmiyordu ama yinede doğan her güneşte bir umut arıyordu hepsi. O sabah deniz oldukça sakin, hava da serindi. Tekne çok yavaş hareket ediyordu. Umut yolcuları uyku mahmurluğunu yeni yeni üzerlerinden atıyorlardı ki bir ses çınlattı güverteyi

*  “Şuraya bakın”  (Mode şüpĺ)

Denizin sakin sularının üzerinde bir çocuk cesedi göründü, tekne biraz daha ilerleyince bir kadın cesedi daha, biraz sonra birkaç ceset daha. Güvertedekiler tanıdık birisi olabilir düşüncesiyle denizin üzerindeki cesetlerin yüzlerine dikkatlice bakmaya çalışıyordu. Denizde hava bozduğunda, deniz suyu güvertelerin kenarlarına kadar yükseliyor aşırı yolcu yüklenmiş tekneler tutunamayıp batıyordu. Daha sağlam veya daha az yüklenmiş tekneler ise dalgalanma sırasında o kadar kuvvetle sarsılıyordu ki yolcular üst üste yığılıyor ve bir birlerini eziyordu. Ayrıca yiyecek, içecek sıkıntısı içindeki yolcular tifo, çiçek gibi bulaşıcı hastalıklara yakalanıyor, zayıf bedenleri bu illetlere hiç mukavemet gösteremeden teslim oluyordu. Günün ışımasıyla birlikte teknenin ambarından bağırış, çağırış sesleri de yükselmeye başladı. Zifiri bir karanlıkta ambar içinde geceleyen kadınlar, sabah uyandıklarında hemen yanı başlarında oturan bir yaşlı kadının veya küçük bir çocuğun cansız bedenini görünce feryat figan ediyorlardı.

Daha ilk günün sabahında ambarda iki yaşlı kadın ve iki küçük çocuk hastalık ve havasızlıktan hayata gözlerini kapamıştı. Ambardan acı haber anında ulaşıyordu güvertedeki erkekler arasındaki yakınlarına. Kaptanlar teknede ölü taşımanın uğursuzluk getireceğine inandıkları için, cesetleri hiç vakit kaybetmeden denize atıyordu. Böyle durumlarda kadınlar cesetlerini vermemek için saçlarını başlarlını yolarak kendilerini paralıyor, avazları çıktığı kadar bağıra-çağıra direnmeye çalışıyorlardı. Erkekler ise çaresizce yüreklerine taş basmak zorunda kalıyordu. Tekne yol aldıkça yeni cesetler ekleniyordu denizin üzerindeki cesetlerin yanına. Bu manzaralara o kadar alışmışlardı ki artık hiçbirisi korkmuyordu ölümden. Ölümün yüzü soğuktu ama vatanlarının dağ pınarları kadar tatlı ve serin geliyordu onlara artık. İkinci gün birisi Aşıwhable’li üç kadın ve bir bebeği denize atmak zorunda kaldılar. Üçüncü gün üç adam ve iki kadın daha öldü. Her geçen gün denize atılan cesetler çoğaldıkça güvertedeki ve ambardaki yer biraz daha genişliyordu.

Bu arada ambarda Nebzıf’ın hemen yanı başında oturan Hacet’te ağır hastaydı. O gecede teknenin ambarında insanın içini daraltan kasvetli bir hava vardı. Hacet’in iki yaşındaki oğlu Harun, annesinin kurumuş göğüslerinde içecek bir damla süt bulamamış açlıktan ağlıyordu. Vakit gece yarısına yaklaştığında ağlamaktan yorulan küçük çocuk annesinin kucağında uykuya dalmıştı. Azrail her nedense gece vakti ortaya çıkıyordu. İçeride boğucu bir sıcak olmasına rağmen Hacet soğuk soğuk terler döküyordu. Ecelinin geldiğini anlayan zavallı anne yanı başında oturan genç kıza

* “Senden bir ricam var Nebzıf. Benim vaktim geldi. Kadersiz oğlum Harun sana emanet. Ona verebileceğim tek şey belimdeki gümüş kemer. Rahmetli babam hacdan gelirken acem diyarından alıp getirmişti bana bu kemeri. Oğlum sağ kalırda bir gün evlenirse gelinime versin. Allah yardımcınız olsun.” dedi.

Karanlıkta Nebzıf’ın gözlerinden yanaklarına süzülen gözyaşlarını göremiyordu ölümle pençeleşen anne. Nebzıf, Hacet’in elini iki avucuna aldı ve

* “Merak etme Hacet ben yaşadığım sürece ona elimden gelen her türlü yardımı yapacağıma söz veriyorum. O bu zor günlerimizde tek tesellim, yaşam kaynağım olacak. O bundan sonra benim öz kardeşim, gözün arkada kalmasın.” dedi.

Hacet kucağında uyuyan biricik yavrusunu bağrına basıp doya doya kokladı. Ölüm ve yaşam çizgisindeki son anında bile nasırlı anne yüreği, biricik yavrusunu son kez öpmeyi ihmal etmedi. Hacet’in cesedi de o gece Karadeniz’in yalancı yakamozları arasında kayboldu gitti.

Zavallı Hacet’in cansız bedeni denize atıldığında Nebzıf’ın ayakta duracak mecali kalmamıştı. Güverteye yığıldı kaldı. Yaşlı Xan genç kızın yanına oturup onun başını göğsüne dayadı. İkisi birden uzun bir süre hiç konuşmadan öylece karanlığa baktılar. Boş boş karanlığa bakan genç kız denizde parlayan ay ışığına fark edince aklına Kalewubat geldi. Ay ışığı o uğursuz gece çocuğun göğsünden çıkıp göğe uzanan süngülerin üzerindeki kanda da aynı şekilde parlıyordu. Zavallı çocuk süngülerin ucunda can verirken bile ne kadar da rahattı, ne kadar da korkusuzdu. Ya biricik aşkı Doleçeriy kim bilir nasıl can vermişti. Onun kanı da Kalewubat’ın kanı gibi hangi süngüyü kızıla boyamıştı. Yaşlı kadın durmadan genç kızın gözyaşlarını silerken, onun aklını oynatacağından korkuyordu.

*  “Talihsiz kızım yüreğindeki acılar çok derin biliyorum. Ne olur o kanlı ölümleri düşünme artık, delireceksin diye çok korkuyorum.” dedi.

Genç kız yaşlı kadına rahmetli annesine sarılır gibi sımsıkı sarıldı ve hıçkırmaya başladı.

*  Xan “Hadi yavrum aşağı ambara inelim, hava serinledi üşüteceksin” dedi.

Hangi acı yaşanırsa yaşansın hayat devam ediyor, zaman akıp giderken her şeyi de önüne katıp sürüklüyordu. Her gün ölenler artıyor, tekne rüzgâr çıktığında yol alıyor, rüzgârsız saatlerde neredeyse hareketsiz bir şekilde bekliyordu açık denizde. Artık erkeklerin oturduğu güvertede, kadınlarında oturabileceği oldukça geniş yerler açılmıştı.  Nebzıf ve Xan diğer kadınlar gibi her gece bir müddet güverteye çıkıp hava almaya başlamışlardı. Yaşlı kadın sürekli genç kızı teselli ediyor, acılarını hafifletmeye çalışıyordu. İnsan keder zamanlarında kalbinin tahammülünden fazlasını, diğer hassas bir kalple paylaşmak ister. Gönülden kopan sıcak bir söz insanı üç kış ısıtır derler. Yumuşak huylu Xan’ın desteği olmasa genç kızın bu yolculuğa dayanacak takati kalmamıştı.

Yine bir gece güvertede otururlarken Nebzıf’ın aklına terk etmek zorunda kaldıkları kadim vatanları geldi.  Yemyeşil ormanları, güneş gibi parlayan kızılcıkları, yamaçlardaki mis kokulu dağ çiçeklerini, kayaların üzerinden kavisler çizerek yoluna devam eden ırmakları, geniş vadileri düşünmeye başlayınca yine gözyaşları süzülüyordu yeşil gözlerinden. Şaşılacak bir şekilde Xan

*  “A bahtsız kızım Dünya’da vatanla değiştirilebilecek ve onun yerine konabilecek hiçbir şey yoktur. O güzel vatanımızı daha şimdiden bende çok özlüyorum. İnsana vatanından başka her yer yabancı.” deyince,

*  Genç kız “Anacığım her defasında ne için ağladığımı nasıl biliyorsun?” diye sordu.

* Yaşlı kadın  “Kızım ne düşündüğünü gözyaşlarından anlıyorum. Çünkü gözyaşı rengini yürekteki hüzünden alır.” dedi.

Yolculuğun on birinci gününün sabahında nihayet kara göründü. Yorgunluk ve açlıktan herkes perişan haldeydi. Bir gün önce herkesin yiyeceği ve içeceği tükenmişti. İki gün daha denizde kalsalardı neredeyse yolcuların tamamı karaya yetişmeden ölecekti. Karaya yaklaştıkça dağların eteğinde yaprakları sararmaya yüz tutmuş ağaçlar, bu ülkede son baharın gelmek üzere olduğunun habercisiydi. Teknedeki herkes yeni vatanlarını merakla seyrediyor, bir kısmı da “Allahuekber, Allahuekber” diye tekbir getirip bu zorlu yolculuğu sağ salim tamamlayabildikleri için Allah’a şükrediyordu.

Yaklaştıkları yer Canik Sancağı (Samsun) sahilleriydi. Uzaktan dağların arasında küçük Türk köyleri ve bu köylerin bazılarının minareleri görünüyordu. Sahil Thaupse’deki insanlardan çok daha kalabalıktı. Beyaz kum tanelerinin üzerinde binlerce insan yine çaresiz bir bekleyiş içindeydi. Tekne sahile yanaşır yanaşmaz hemen etrafını bir anda yüzlerce insan sardı. Çünkü herkesin kaybettiği ve aradığı bir yakını vardı. Teknelerden inenlerin ilk yaptıkları şey de bekleyenlerden farklı değildi. Yeni gelenler hemen sahil boyunca koşar adımlarla, telaş içinde kaybettikleri akrabalarını arıyordu. Mahşeri kalabalığın içinde aradığını bulamayacağını anlayanlar sesini duyurmak ümidiyle her 50 metrede bir avazı çıktığı kadar aradığı yakınının ismini haykırıyordu. Eylül ayının sonları olmasına rağmen hava sıcaktı ve insanın burun direğini sızlatan kötü bir koku vardı her tarafta. Yeni geldikleri şehrin idarecileri bulaşıcı hastalık taşıdıkları için göçmenlerin vilayet merkezine girişlerini yasaklamıştı. Yiyecek olarak her göçmene günlük bir tahin ekmeği veriliyordu. Ekmek dağıtımı genelde her gün kuşluk vakti yapılıyor, ekmek alabilmek için insanlar bir birini eziyorlardı. Güneşten ve yağmurdan korunmak için bazıları ağaç direkler üzerine kamışlar dizerek küçük korunaklar yapmışlar, gün boyu bu korunakların altında oturuyorlardı.

Geldikleri bu topraklar da ölüm tarlası olmaya başlamıştı onlar için. Hepsi yetersiz beslenme ve hastalık nedeniyle bir deri bir kemik kalmıştı. Buradaki ölümler Thaupse’den çok daha fazlaydı. Birçoğu, ölülerinin günlük ekmeğini alabilmek için cesetleri barınaklarında tutuyordu. “Açlık ve gurur bir arada olmaz, aça dokuz yorgan örtmüşler yinede üşümüş.” derler. Sahildeki açlık ve yokluk anlatılacak gibi değildi ve her şeyi yaptırıyordu insana. Bazıları da ölüler gömüldüğünde, geceleri gizlice mezarları açıyor, cesedin üzerindeki kefen bezini alıyordu. Ölümde yaşam kadar gerçekti ve bir aradaydı Samsun sahillerinde. Ölüler ve sağların bir arada olması o kadar alışılmış bir durumdu ki artık cesetlerden küçük çocuklar dahi korkmuyor, yanı başlarında bulunan yakınlarının cansız bedenleri arasında bilinçsizce oynaşıyorlardı. “Çocuğun işi çocukluktur.” (Ç’alem ç’aleğe yi’of) dedikleri gibi ağlayışları sadece karınlarının aç oluşundandı. Biraz yiyecek bulmak ümidiyle sahile bakan dağların eteklerindeki ağaçlık ve çalılıkların arasına doğru gidenler, yıkılmış bir değirmenin taş duvarları arasında,  küçük bir su birikintinsin yanında veya bir kayanın dibinde birçok cesede rastlıyordu. Vatanlarında bıraktıklarını sandıkları cehennem burada da yine aynı cehennemdi. Üstelik ateşi daha kavurucu ve yakıcıydı.

Śey Yılmaz Dönmez

NOT: “Umut Yolcuları” adlı yazdığım hikâyeden alıntıdır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu