Hikâye

Sıkılgan Yedig

Yazan: KADİR NATHO

Çeviri: İSMET KALGAY

Altı aydan beri ilk defadır ki Yedig, hürriyet havasını teneffüs edecekti. Geceyi akrabalarıyla birlikte geçirmek üzere Vadisier köyüne giden muhafızına henüz “gü­le güle” demişti.

Kendisini biraz ferahlamış hissediyorsa da düşüncelerinin sonsuzlu­ğu içerisinde ve hızla akışan içgüdüsü ile sürdüğü hayatı ve içinde bulunduğu şartların bir muhasebe­sini yapmaktan geri duramadı: Otuz beş yaşını dolduran bir ada­mın, bir muhafızın kontrolü altında tutulması onu çok üzüyordu.

Odasının ufacık penceresinden dışarı bakarken, gözleri yavaş ya­vaş yükselerek Yedi Tepeler’e doğ­ru uzanan beylik caddelere ilişti. Burası Ürdün’ün başşehriydi… Ağır, ağır yürüyen deve kervanları, yüklü eşekler, koyun sürüleri, yükselen toz bulutları içerisinde kornalarını öttürerek uzaklaşan lüks arabalar, çölü üzerlerinde getiren Bedeviler, Filistinli Fellâhlar, dağlı Dürziler, memleketin her köşesinden akın eden Çingene ve dilenciler, Cuma namazından sonra camiden çıkan ve yolları tıklım, tıklım dolduran şehir halkı. Gördükleri onun hiç de yabancısı değildi.

Gerçekten de Yedig burada, Haşimi diyarında, sekiz yıl kalmış, halkı sevmiş, ken­di basit hayatını kendine yeter bul­muştu.

Düşündü, taşındı; evet, bütün bunlara rağmen bu insanlara ben­zer bir tarafı yoktu. O, uzaklardan, hem de çok uzaklardan gelmiş, sev­gi ve mutluluk dolu bu hayatı ya­dırgayan birisiydi.

Bir anda halini unutup dalgalı hayal âleminden sıy­rıldı. Göözlerini açtığı vakit kendi­sini daha önceleri üç ay kaldığı Beit-Lehem akıl hastanesinde bul­du. NİÇİN? Arkadaşları ona acıyor, âcil şifalar diliyorlardı. O, bütün bunları hatırlamıştı. Tabancası ya­nında ve muhafızı da şimdilik uzaklardaydı… Fakat bu du­rum daha ne kadar sürebilirdi. Böy­le bir hayat yaşamaya değer miydi? Bu bir tercih meselesiydi. Yine dü­şünecek ve bir karara varacaktı. Evet veya hayır; fakat…

Şehir gözükmüyordu. Biraz ön­ce pencere aralığından seyrettiği canlı sahneler geride iz bırakmadan, gecenin karanlığı içerisinde kaybo­luyordu. Her şey birden değişmişti. Özlenecek, uğruna ölünecek ne kal­mıştı? Şimdi o yapayalnızdı. Kendi içine dönecek kalbinin sesini dinleyecekti. Hayatın güzel olduğu da bir gerçekti. Belki de yaşamak iste­yecekti. Hayır, bu olamazdı. Bir­denbire galeyana geldi, mavi gözle­ri ateş püskürüyordu. Daha ilerisini düşünemedi. Ufak boylu Yedig bir anda sanki bir dev oluvermişti. Hemen geriye döndü; hızla yatağına koştu. Yastığının altında sakladığı tabancayı aldı ve doldurdu. Ama hepsi o kadar. Daha ileri gidemedi. Çünkü hâtıraları canlanmaya, ma­zisi bir sinema şeridi gibi gözleri önünden geçmeğe başlamıştı. O, mazisini bir kere daha yaşıyordu:

“Babası Prens KUON, halkın gözyaşları arasında, köy meydanında ipe çekiliyor ve sonra annesi, kü­çük kardeşi ve kendisi baba ocağı evlerinden çıkarılıyor, bu yetmiyor­muş gibi kollektif çiftlikten de ko­vuluyor; artık hamisiz, evsiz, bark­sız kalan anne ve çocuklar günleri­ni kaderin kucağında çile çekerek geçiriyor ve soğuk bir kış sabahı annesinin, kolları arasında küçük yavrusu olduğu halde donmuş ce­sedi ile karşılaşıyor. Ağabeyinin ha­piste öldürüldüğünü öğreniyor ve nihayet hür bir hayat için, mucize kabilinden Rusya’yı terk ederek Ürdün’e geliyor.”

O, düşünüyordu. Ürdün’de bu hastalık yeniden nüksetmişti. Ge­ride bıraktığını sandığı istibdat onu adım adım kovalıyordu. Cin­net getirmesi işten değildi. Bu çok önemliydi. Çünkü çıldıranların Amerika’ya gitmesi mümkün değildi.

“Düşmanla savaşacak kadar enerjim yok! Dostlarıma deli olma­dığımı ispat edecek gücüm kalmadı! Gayesiz ve sefil bir hayat yaşanma­ya değer mi? Muhafızım hala uzak­larda ve ben istediğim şeyi yapmak­ta hürdüm…”

Sıkılgan Yedig yine kendine gel­mişti. Bir kere daha gülümsedi. Ay­naya doğru fırladı. Esmer saçlarını itinayla taradı, kravatını düzeltti, tabancasını cebine koydu, süratle Rass-Al-Am’a koştu. Burası otların ve ağaçların her zaman yeşil kaldı­ğı Kafkasya gibi bir yerdi. Orada ağacın altına uzandı. Temiz mendi­liyle çenesini sıkıca bağladı. Ütülü elbisesinin sol yakasını kaldırdı, üzerine beyaz bir bez yaydı. Bu mendil kanı emecek toprağa akıtmayacaktı. En son yapmağı tasarla­dığı şey buydu. Onun kanı ancak Kafkasya’nın topraklarını sulamalıydı. Tabancasını çıkardı, tam kal­bine nişan aldı. Kararını çoktan vermişti. O şimdi yalnız değildi.

Ertesi gün onun gülümseyen cesedi bulunduğu zaman herkes acındı. Bazıları ise ağladı. Ama hiç kimse Yedig’i bu yaptığından do­layı kınamadı.

__________________

ALINTI: Kafkasya Kültürel Dergi, Temmuz-Ağustos 1964, Sayı:2

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu