Kafkasya Haberleri

Anavatan’da 14 gün

TIW FAİK TOĞRU

Birkaç yıldır, 1998’de kısa bir süre için bulunduğum Anavatan’a tekrar gidip, her şeyi yerinde görmeyi düşünüp duruyordum. Gerçi Anavatan’a gitmek, Sovyetler döneminde olduğu gibi artık çok zor değil. Yine de vize ile ilgili işlem ve hazırlıklar için bu ișe en az iki haftanızı  ayırmanız ve tabii vize alabilmeniz gerekiyor.

Tıw Faik Toğru

Bu yıl nihayet bu arzumuzu gerçekleştirdik ve geçtiğimiz Temmuz ayı başında, eşimle beraber anavatana gittik.  İki haftada çok fazla yer görülemeyeceği için, güzergâhı, Krasnodar, Maykop, Soçi, Tuapse ile sınırlamak zorunda kaldık.

Viyana üzerinden Krasnodar’a uçacağımız gün, şansımıza hava açık ve güneşli idi. Ukrayna’nın doğusundaki çatışmalardan dolayı olsa gerek, uçağımız Romanya’dan sonra Karadeniz üzerinde büyük bir kavis çizerek önce güney-doğu istikametinde Türkiye’ye doğru ve daha sonra kuzey-doğu istikametinde Krasnodar’a uçtu. Bu, yolumuzu biraz uzattı ise de, sağ pencere kenarındaki koltuğumdan, denizi, dağları, ormanları ve ırmakları ile Kafkasya’nın  bütün batı kesimini, yani kadim Çerkesya’yı nefesimi tutarak seyretme imkanım oldu.  Temmuz sıcağıyla hiç bağdaşmayan alaca karlı dağların üstünde, beyaz kalpak giymiş bir Çerkes başı gibi yükselen Oşhamafe de bütün ihtişamıyla selamladı bizi.  Dönüşte, yine böyle bir görüntü arayan gözlerim, havanın uygun olmaması dolayısı ile biraz hayal kırıklığına uğradı diyebilirim.

Sıcak ve güneşli bir öğlen sonrası Krasnodar’a indik. Henüz ömrümüzde hiç görüp konuşmadığımız, “WINEKOŞ” lık dışında hiçbir bağlantımız olmayan bir ana-kız tarafından, ellerinde sülale adımızın yazılı olduğu pankartla karşılandık. 150 küsur yıllık ayrılığa ve değişik coğrafyalarda birbirimizden uzaklarda yaşıyor olmamıza rağmen, sanki daha geçen yıl ayrılmışız gibi kucaklaştık. Yaşım altmışa geldi, biz Çerkesler (ya da biz Kafkasyalılar mı diyelim?) dışında bu türden bir adet veya geleneği olan başka halklar da var mıdır, ben duymadım.  Allah daha uzun ömürler versin, yaşı doksanı da aşmış olan sülale büyüğümüz, vücutça biraz zayıf düşmüş olduğundan, kendisi gelemese de kızını ve torununu bizi karşılamakla görevlendirmişti. Bizi Krasnodar’dan Maykop’a götürecek araba dahi düşünülmüş, hazır beklemekte idi. Umarız ki, onların bu sıcak ilgilerine bir gün mukabelede bulunma şansımız olur.

19 yıl sonra ikinci defa gittiğim anavatanda pozitif manada dikkatimi çeken ilk şey, şehirlerin, alan, cadde ve sokaklarının temizliği oldu. Almanya gibi oldukça düzenli ve temiz bir ülkeden geldiğimiz göz önünde bulundurulursa, bu hiç de yabana atılacak bir şey değil zannederim.  Dikkatimi çeken ikinci husus ise, büyük halk kitlelerinin genel ekonomik durumunun 1998’e göre daha iyi olduğu idi.  Bu durumun, son yılların ekonomik ve siyasal dalgalanmaları ve RF’nin Ukrayna, Kırım ve Suriye’deki angajmanlarının ışığında düşünüldüğünde, kayda değer bir başarı olduğu inkâr edilemez. Öyle görünüyor ki, RF’nin bugünkü yönetimi, demirperde sonrası ilk yıllarının ölçüsüz ve dizginsiz özelleştirmelerinin yaralarını önemli ölçüde sarmış gibi. Tabii bu gelişmenin temelinde, ekonominin klasik dayanakları olan petrol, gaz, madenler, orman ürünleri gibi doğal yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile Sovyet kökenli savaş endrüstrisinin olması hala hassas ve kırılgan noktalar. Mesela, petrol ve gaz fiyatlarındaki așırı bir düșüș, RF’nin yumuşak karnı olmaya devam ediyor.

Bu sayılan ekonomideki görece olumlu gelişmelerin, RF’deki demokrasi kültürüne de olumlu yansımaları olduğunu varsaymak, aşırı bir iyimserlik olur kanısındayım. RF’yi yönetenlerin Soçi Olimpiyatları sürecinde Çerkeslerin istek ve kaygılarına karşı gösterdikleri incelikten yoksun ketum tutumları ve Kırım’ın ilhakı sonrasında oradaki bir avuç Tatar’a karșı takındıkları zorba tavır bunu doğrular nitelikte. Dıșta da, Suriye’de olduğu gibi aynı minvalde yürütülen insani kaygılardan uzak operasyonlar, bu resmi tamamlıyor diyebiliriz.

RF’ye giriş ve çıkışta gözlemlediğim bir-iki noktaya değinmeden geçemeyeceğim.  Sınırdaki gümrük memurlarının gülümsemeyi unutmuş donuk ve soğuk Sovyet artığı mimikleri hiç değişmemişe benziyor. (Gerçi bu aralar Amerika da aynı yolda görünüyor ya…) Ayrıca, özellikle tren ile yolculuklarda, kimlik ibraz ederek bilet almak ve tren içindeki normal bilet kontrolüne ilaveten,  binişte de kimlik ve bilet göstererek binmek gibi ne Türkiye’de ne de Avrupa ve Amerika’da rastlamadığım durumları yadırgadığımı belirtmeliyim. Anlaşılan o ki, Sovyet bürokrasisinin günümüze sarkan uzantıları yeni memurlarını da eski usule göre eğitmeye devam etmekte.

Dikkatimi çeken diğer bir husus da, çok az kişinin konuşabildiği yabancı dil konusudur.  Moskova, Sankt Petersburg gibi büyük ve çok turist alan şehirlerdeki durumu bilmiyorum ama bulunduğumuz Krasnodar, Maykop, Soçi, Tuapse şehirlerinde İngilizce veya Almanca bilen birilerine rastlamak oldukça zordu. Özellikle, 2014 kış olimpiyatlarına ev sahipliği yapmış, daha sonra da oradaki tesislerde sık sık tekrarlanan, Avrupa hatta dünya çapındaki turnuvalar ve diğer sportif faaliyetlere ev sahipliği yapan Soçi’de dahi bu durumun böyle olmasını yadırgadığımı söylemeliyim. Konuyu sorduklarım, şöyle bir açıklama getirdiler. Hem olimpiyatlar esnasında, hem de daha sonraki uluslararası turnuvalarda, Moskova ve Sankt Petersburg’dan sayıları yüzlere varan tercümanlar getirilmekte ve bunlar yabancı konuk ve sporcular orada kaldıkları sürece orada bulunmakta, turnuvalar bitince de geri dönmektedirler. Yeni nesil diyebileceğimiz ve genellikle batıdaki hemen bütün ülkelerde ingilizce konuşabilen 20’li yaşlardakilerin de yabancı dil bilmemesini yadırgamamak mümkün değil.  Öğle görünüyor ki, RF’de de, Türkiye’de olduğu gibi okulda öğrenilen yabancı dil çok yetersiz.

Çerkesçe biliyor olmamın,  İngilizce ve Almanca biliyor olmamdan daha çok faydasını gördüğümü söylersem, sanırım yalan söylemiş olmam. Bunu, Maykop ve Soçi’deki “WINEKOŞ” ve diğer tanışık olduğumuz insanlar nezdindeki karşılıklı iletişim ve kominikasyon anlamında söylüyorum.  Maykoptan, bizim açımızdan olumsuz anlamda dikkatimi çeken bir husus da, kabaca yaşı 50’nin altındaki Çerkeslerin çoğunun Türkiye’de de olduğu gibi dili konuşmadıklarıdır. Otel ve restoranlarda çalışan bu yaşlardaki Çerkeslerden Çerkesçeyi takıntısız konuşabilene rastlamadığımı söylemeliyim.  Kısa ve kısıtlı da olsa, okullarında Çerkesçe dersleri verilen, basılı ve görsel yayınların yapıldığı, tiyatroları, müzeleri ve kütüphaneleri olan bir yerde, dilin bu denli gerilemiş olması, ciddiye alınması gereken kayda değer olumsuz bir gelişmedir. Nedenleri düşünülmeli ve çözüm yolları acilen aranmalıdır. Diyaspora Çerkesleri olarak yüzlerimizin ve yüreklerimizin dönük olduğu anavatanımızda, Adıǵey Cumhuriyeti’nin başkentinde, anadilimizin bu denli geriliyor olmasına üzülmemek mümkün değildir. Bir tek, Maykop pazar yerinde konuşma fırsatı bulduğum, civar çerkes köylerinden gelen, peynir, tereyağı vb. süt mamulleri satan bazı pazarcı kadınların, tezgáhlarında dizili irili ufaklı Çerkes peynirlerinin yanında, akıcı ve güzel Çerkesçe konuştuklarını görmek, moralimi biraz düzeltti. Öyle görünüyor ki, Türkiye’den de şahit olduğumuz bu fenomen, yani dilin köy ve kırsal kesimde şehre göre daha iyi ve daha uzun süre muhafaza ediliyor olması durumu, anavatan için de geçerli.

Maykop’taki iki müzeyi de gezme fırsatımız oldu. “BISIM”ımızın ayarladığı refaketçimiz ile gittiğimiz müzede, orada görevli bayan CIBE ZAREM tarafından gezdirildik ve sağolsun sayesinde şahsa özel diyebileceğimiz bir müze turu yapmış olduk.

Maykop’ta, Krasnaoktabrskaya caddesinde dolaşırken, bir küçük kitapçı dükkanı  dikkatimizi  çekti. Vitrininde hem Çerkesçe hem de Rusça yazılmış kitaplar sergileniyordu.  İçeride daha sonra kardeş olduklarını öğrendiğimiz orta yaşlı iki bayan oturuyordu. Dükkanı işleten onlardı.  CARMEKO sülalesinden olan Safiyet ve Kadırḣan adındaki bu iki kızkardeşle uzunca bir süre sohbet etme fırsatımız oldu.  Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin, ikisi de eğitimli, sohbetlerine doyulmaz, üstelik dile hakim görgülü insanlardı. Dilimizin kayboluyor olması, Çerkes gençlerinin iş için başka şehirlere yerleşmeleri, oralarda da çoğunlukla Rus kızları ile evlenmeleri üzerine konuştuk. Bu arada birçok Çerkes genç kızının da, bu nedenle evlenebileceği Çerkes delikanlısı olmaması dolayısı ile evlenemediklerinin, ayrıca anneleri Rus olan çocukların Çerkesçeyi öğrenemeden büyüdükleri  gerçeğinin de altı çizildi. Oradan, sınırlı uçak bagajından dolayı 4-5 kitaptan fazla alamadan, gözümüz arkada kalarak çıktık.

Kitapçı dükkanının hemen bitişiğinde adı “DIŞEPS” olan bir restoran vardı. Türkiye’den dönüş yapmış Çerkeslerce işletilen, birkaç çeșit Türk ve Çerkes usulü yemeğin de bulunabileceği bu restoranda, yanımızdaki birkaç kişi ile birlikte 3-4 defa yemeğe gittik.  Adı Çerkesçe olan ve Çerkes yemekleri sunan bir yerde, Çerkesçe olduğunu düşünerek menü kartını incelediğimde hayal kırıklığı yaşadım. Menü baştan aşağı Rusça idi ve Çerkesçe yazılmış hiç bir şey yoktu. Dünyanın her yerinde olduğu gibi iki dilde bir menü kartı hazırlatmak o kadar zor olmasa gerek. Bunun da ötesinde çalışan bayan garsonlardan da Çerkesçesi olan birine rastlamadık. Yemeklerimizi, ya yanımızda Rusça bilenler ısmarladı, ya da elimizdeki Rusça sözlükten faydalanarak kendimiz ısmarladık.

1998 yılındaki gelişimde henüz yapılmamış olan Maykop Camii’ni de gördük. Dışarıdan bakınca hem merkezi bir yerde, hem de derli toplu bir yapı.  Caminin içini de inceleme fırsatım oldu.  Kubbeyi 12 betonarme kolon taşıyor. Bu kolonlar da, iki yamaçlı simetrik, dağları sembolize eden kirişlerle birbirine bağlanmış. Bu bende, mimarın 12 Çerkes kabilesi ile vatanın dağlarından esinlendiği intibaını yarattı.  Camiye Cuma öncesi gittiğimizden, Cuma hutbesinin Çerkesçe olacağı düşüncesi ile heyecanla girdiğim namazdan, hutbenin hiç anlamadığım Rusça olması dolayısı ile biraz hayal kırıklığı ile çıktım.  Gerçi daha sonra, bunun nedeninin Maykop’ta yaşayan, Orta Asya vb. RF nin başka bölgelerinden gelen ve Çerkesçe bilmeyen müslümanlar olduğunu öğrenince, makul bularak hak verdim. Kosova’dan gelen soydaşlarımızın kurduğu Mafehable’de hutbelerin herzaman Çerkesçe olduğunu öğrendiysek de, istediğimiz halde zaman kısıtlılığı nedeniyle orayı ziyaret edemedik.

Gezimizin Adıǵey ayağının en heyecanlı bölümü, haliyle ŞHAGUÁŞE ırmağı boyunca giderek çıktığımız, özellikle eski Abzax yerleşim yerlerini içeren dağlık bölge idi. GUZERIPĹ, MEZITHA, LAGANAKİ, CEGOÁQO GUBĞE yörelerini, birçok dolmen ve şelaleyi gördük. Yemyeşil ormanları görünce, Çerkes bayrağının taban renginin nereden geldiğini de idrak etmiş olduk. Bu dağ yolunun bașlangıcında kısa bir mola verdiğimiz bir Ermeni’ye ait Cafe +Restaurant +Müze+Antikacı karıșımı hatta kendi yapısı küçük bir kilisesi  olan bir mekânda,  yerinden sökülerek bir yerlerden getirilmiş tam tekmil bir Dolmen bile vardı. Batı Kafkasya’daki dolmen sayısının 3000 den fazla olduğu söyleniyor. Turistler için hazır tutulanlar dıșında kalanlarının kaderlerine terk edildiği açıkça görülüyor.  Portekiz’de bulunan Cunha Baixa dolmeninin 1910’dan beri Portekiz Milli Manumenti, Fransa’da bulunan Du Calvaire dolmenlerinin 1899’dan beri koruma altında olduklarını göz önüne aldığımızda, Çerkesya’dakilerin ihmal edildiklerini söylemek yanlış olmaz sanırım. Kimi dolmenlerde görülen ve Adıģe dili ile bağı kesin olan Hatti dili ile benzerlik gösteren bazı ișaret ve yazıların varlığı, dolmenlerin, Kafkasya’daki binlerce yıllık Çerkes varlığını da teyit eder nitelikte.

Maykop’a geldiğimizin 6. gününde, sabah erkenden tren ile Soçi’ye doğru yola çıktığımızda, çoktan bir ayrılık hüznü çökmüştü üzerimize. Tren ile gitmeyi özellikle istedik. Bundan amaç, hem çok hızlı olmayan tren ile bakınarak vatanın dağını taşını, akarsularını  göre göre gitmek; hem de şimdiye kadar gördüklerimizi sindirerek ve yaşadıklarımıza dair notlar alarak, Karadeniz kıyılarına yeni bir sayfa açarak varmak idi.

Maykop ile Soçi arasındaki dağ, ırmak ve irili ufaklı yerleşim yerlerinin adları büyük oranda Ruslaştırılmış ise de ve Çerkesçe olan orijinellerinin yazılış ve okunuşları Rusçaya uydurulmuş olsa da, kimi adlar Çerkesçe olduklarını haykırır gibi hâlâ oradalar. Tuapse, Şepsı, Meğrı, Mekupsı, Şhafit, Ṩeĺ, Şaxe, Kaleĵ, Hacıko, Aṩe, Nebığu’, Thağaṕš, Ḣobz, Loo/ Lew,  Tığemıs vs.

Yaz mevsiminde Soçi insan kaynıyor dense yeridir. RF’nin hemen her bölgesinden insanlar, çoğunlukla ailece olmak üzere buraya gelip, tatillerini Karadeniz kıyılarında geçiriyorlar. Otelimiz, bakımlı ve temiz olmakla beraber, alışmadığımız oranda büyüktü. Karadenize sıfır plajı ile özellikle çocuklu ailelerin tercih ettiği bir otel olduğu belli idi.  Gerek Almanya’da, gerekse Türkiye’de Rus turistlerle ilgili genellikle negatif gözlemler duyarız. Açık büfelerde tabaklarını tıka-basa doldurup yarısını yemeyip bırakmalarından tutun da, aşırı oranda içki içip kendilerini bilmez şekilde hareket etmelerine kadar bir sürü olumsuz haber.  Burada gördüklerimin ışığında, bu bana biraz “Adın çıkacağına canın çıksın“ Türk atasözünü hatırlatıyor.  Bizden başka Rus olmayan bir yabancıya rastlamadığımız, çok büyük ve dolu olan otelde, bu veya buna benzer hiçbir olumsuz durum görmediğimizi belirtmeliyim. Plajda, restoranda ya da asansörde karşılaştığım insanların çoğu kibar ve medeni insanlardı.  Soçi, Çerkesçe adı ile ŞAÇE, konumu itibarı ile aynı adlı suyun iki yakasında, Karadeniz ile Kafkaslar arasındaki şerite sıkıştırılmış gibi durmaktadır. Şehirde, gezerken gözlerim “Çerkes” birşeyler aradı ise de göremedi. Sahilde hediyelik eşya satan dükkanlarda gördüğüm kimi Çerkes/Kafkasyalı karakterlerin karikatürize edilmiş figürlerini saymazsak tabii. Yerli olarak bir-iki Gürcü ve Abhaz restoran sayılabilir. Ve bolca Ermeni dükkanı. Ermeniler, taksicilikten bakkallığa ve rehberliğe kadar hemen bütün alanlarda domine bir halk. Eski Çerkes yerleşkelerinde de çoğunlukla Ermeniler yaşıyor. Rusların, Ermenilere, ortak inançları olan Ortodoks Hristiyanlıktan ve Kafkasya’nın işgali sırasındaki işbirliklerinden kaynaklanan bir yakınlık duydukları açıkça görünüyor. Buna, daha sonra Anadolu Ermenilerinin de Çerkeslerden boşalan yerlere bilinçlice yönlendirilmesi eklenirse, buradaki yoğun ermeni nufusunu açıklayabiliriz sanırım.

Soçiye gelmişken, KIBAA/Krasnaya Polyana (Kızıl çayır)’ya gitmeden dönmek istemedim. Otobüsle, Rus olmayan ve Rusça bilmeyen tek yabancı olarak, Rusçadan başka dil bilmeyen bir gurupla beraber yola çıktıktan sonra, acaba doğrumu yapıyorum diye kendimi sorguladığımı itiraf etmeliyim. Belki, Avrupa’nın birçok ülkesini, kuzey Amerika’yı gezmiş olmanın verdiği amatör bir seyyahlık içgüdüsüyle, kendimi hiçbir beklentinin esiri etmeden yola koyulmaya karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Otobüste yakınımda oturanlar, elimdeki Latin harflerle yazılı harita ve sözlüğü görerek Rusça bilmediğimi anladıkları andan itibaren, dağarcıklarında kalmış son İngilizce, Almanca hatta Türkçe kırıntıları ile olan biteni benim de anlamamı sağlamak için yarışmaya başladılar. Ben de, ezberlemeye çalıştığım birkaç basmakalıp Rusça cümleyle ve elimdeki Rusça sözlüğün yardımıyla, kafa-göz yararak da olsa kendileri ile  iletişme geçtim.

Burada, Urallar’daki Ufa şehrinden gelen, yanlarında küçük oğulları Mişa ile beraber seyehat eden Sergey adlı 30-35 yaşlarında bir bey ve hanımı Jena’yı özellikle vurgulamam lazım. Benim herhangi bir zorlukla karşılaşmamam için bütün gün yanıbaşımdan ayrılmadılar desem yeridir. Çekilen resimleri WhatsApp üzerinden bana da ulaştırdılar. Olimpiyat tesislerini, bir arıcılık evini, bir dağ evinde verilen öğle yemeğini, 5 ayrı teleferik değiştirerek çıktığımız ikibin küsur metrelik karlı dağları, orada verilen kek ve kahve molasını  bu şekilde sorunsuz ve de çok güzel bir ortamda geçirdiğimi söyleyebilirim. Tabii atalarımın tam bu dere ve yamaçlarda son savaşlarını verdiklerini, bu yeşillikleri 152 yıl önce kanları ile “ kızıl çayıra“ çevirdiklerini unutmam mümkün olmadı. 2000 metre yükseklikte yanlız olarak bindiğim son panaroma teleferiğinde sessizce süzülürken, uzaklarda her biri 3200 metreyi geçen karlı tepeleri ile ÇÜĞUĴ ve PSEṨHA yükseliyordu. Bir avuç vatanseverle, bir imparatorluğun işgal kuvvetlerine direnirken şehit olan soydaşlarıma sessizce rahmet diledim. Sürgünde, yaşamakta oldukları Abzax bölgesinden, Karadeniz kıyılarına varmaktan ümidi kesip, tam şu bulunduğum yerden dağları aşarak Gürcistan üzerinden Erzurum’a ulaşan ve Erzurum’un 110 km güneybatısında iki küçük köy kuran kendi atalarımı da yad ettim bu arada.

Dönüşteki teleferik te tanıştığımız başka bir guruba mensup, iyi derecede ingilizce bilen  Valery adında bir doktorla da konuşma fırsatım oldu.  Çerkesler ve Çerkes halkının tarihine dair çok şey bilmiyor olmasını garipsediğimi söylemeliyim. Gördüğüm kadarı ile RF okullarında bu konularda onlara öğretilenlerle Çerkeslerin başına gelenler arasında büyük bir orantısızlık var. Bu durumun biz Çerkesler tarafından tepkisizce sineye çekilmesi olacak şey değil. Bu konularda söylenmesi gerekenleri söyleyip, yazılması gerekenleri yazmak boynumuzun borcu olmalıdır.  Birkaç yıl önce RF yönetimince gündeme getirilen Adıǵey Cumhuriyetinin Krasnodar’a bağlanması konusu şunu gösteriyor; RF kamuoyu, Çerkeslerin başına gelenlerle, onların dil ve kültürlerini tehdit eden asimilasyonist baskı hakkında yeterli oranda aydınlatılamamış. Ama bu aydınlatılma ve ondan doğacak kamuoyu desteği, RF gibi ağırlıklı olarak merkezden idare edilen 140 milyonluk bir ülkede, dilimiz ve kültürümüzle var olabilmemizin ön koşuludur. Bu konuyu Moskova nezdinde gündemde tutması gereken DÇB’nin  bu görevini hakkıyla yapmadığı ortadadır. Bu ihmal, eğer kimilerinin iddia ettiği gibi bilinçli ise, bu örgüt hizmet etmekle mükellef olduğu Çerkes halkına ihanet  ediyor demektir.  Yine de, bizlere düşen, Çerkesler ile Ruslar arasında olup bitenleri unutmamakla birlikte, Ruslardan bütün bir halk olarak nefret edip kin duymadan, Rus kamuoyunu sorunlarımıza duyarlı kılmanın yollarını aramaktır.  Özetle iç içe yaşamaya mahkum edildiğimiz bu topraklarda,  kimliklerimize saygı temelinde, barış içinde ve birlikte yaşamanın yollarını arayıp bulmaktan başka seçeneğimiz yok.

Soçi’de kaldığımız 4 günün, KIBAA’da bulunduğumuz gün ile birlikte en heyacanlı olan diğer bir gün de, KALEĴ köyündeki WINEKOŞ’lerimizin bizi evlerinde ağırladıkları gündü. KALEĴ köyü konumu itibarıyla tipik bir Çerkes köyü, AṨE adlı ırmağın üst kesiminde, ormanlarla çevrili bereketli bir vadide bulunuyor. Fındık ve kestaneleri ile çok özel bir tadı olan kestane balı var. Bu bal, halis Kafkas arılarınca kestane çiçeği ve civardaki diğer baharatlardan kazanılan çiçek özleri ile yapılıyor. Hafif acımtırak bir tadı var ve ilaç niyetine birçok hastalığa karşı engelleyici ve sağıltıcı olarak kullanılıyor. WINEKOŞ’lerimiz, daha önce hiçbir bağlantımız olmamasına rağmen, bizi aileden biri gibi bağırlarına bastılar,  ṔASTE, ŞIPSI, LILIBJ, LIĞUĞU’, ADIǴE KOÁYEnin de olduğu klasik ve zengin bir Çerkes sofrası ile de hem gözlerimize hem de midelerimize bayram yaptırdılar. Bu arada ailenin en küçüğü olan 4-5 yaşlarındaki WUMAR ile anadilimizde konuşmak ayrı bir zevkti.

KALEĴ civarında yaptığımız gezintilerde de, yeşil vadilere akan berrak şelaleler ile  Maykop civarındakilerden de daha büyük yoğunlukta rastlanan dolmenler gördük. Bu dolmenler, söylenenlere göre 4-5 bin yaşlarında. Kimi bilim adamları daha yaşlı olabileceklerini söylüyor. Çoğunluğunun, Çerkeslerin atalarına ait olan Maykop kültürü devirlerinde yapıldığı var sayılıyor. Dolmenlerin yapılış nedeni ve ne için kullanıldığı hakkında farklı rivayetler var.

Birincisi; bunlar mezar olarak yapılmış. Yeterli alet-edevatın henüz olmadığı zamanlarda, çoğunluğu kayalık ve kazılması zor olan toprak dolayısı ile, her ölü için yeni bir mezar kazmak yerine, her klan ya da yerleşim birimi bir ya da birkaç dolmen-mezara sahip olurdu. Ölü buraya konur, deliği de taş tapa ile kapatılarak yabani hayvan ve kuşlardan korunurdu. Ceset, zaman içinde kendi kendine et ve yumuşak dokusundan arındıktan sonra, kemikler çıkarılarak yakılır yada başka bir şekilde tabiata bırakılırdı.

İkincisi; eskiden, cadılar ile cüzzam ve veba gibi kötü hastalıklara yakalananlar buralara kapatılırdı. Bu gibilerin kanlarının insana ve çevreye bulaşmaması için bunlar öldürülmezler, kendiliklerinden ölene kadar buralarda muhafaza edilirlerdi. Daha sonrasında da etlerinden arınmış kemikleri çıkarılıp yakılarak imha edilirlerdi. Öndeki delik de, muhtemelen bunlara azık ve su verilebilmesi içindi.

Üçüncüsü; bunlar, et, tahıl, meyve, sebze ve benzeri yiyeceklerin muhafaza edildiği kiler gibi kullanılan yapılardı. Bir klan, yazın biriktirip depoladığı bu gıda maddelerini, hayvanların ve kuşların ulaşamayacağı bu dolmenlerde saklar, ihtiyacı olduğunda çıkarıp yerlerdi.

Dördüncüsü; Muhtemelen, günümüzde Çerkeslerin bunlara “İSPIWIN” yani “cüce evi” denmesinden dolayı biraz masal kokan bir versiyondur. Buna göre, eskiden devler ve cüceler birlikte yaşıyorlardı. Devler güçlü kuvvetli ama çocuk akıllı insanlar iken, cüceler kurnaz ve fetbazdılar. At kibi kullandıkları horozların üstümde sağa sola ok atarlardı.  Devlere alkollü bir içki içirerek kandırıp kendileri için çalıştırırlarmış. Dolmenleri de devler cüceler için inşa etmişler.

Bunlara ilaveten, dolmenleri taş devrindeki bereket tanrı ve tarıçası kültü ile  ilişkilendirenler de var. Azımsanmayacak çoklukta dolmenin, güneş ve yıldızların gün dönümü zamanlarına denk gelen pozisyonlara uygun konumlarda olması da bu görüşü destekler nitelikte.

Soçi’ yi bırakıp yine trenle Tuapse’ye doğru yola çıktık. Bu sefer trenimiz, öncekinin aksine bir çeşit banliyö treni idi. Küçüklü büyüklü bütün yerleşkelerde inip binenleri ve solumuzda çarşaf gibi yaygın Karadenizi seyrederek yol aldık. Sağımızda,  yoğun bir bitki örtüsünün kapladığı yamaçlar, kâh denize yaklaşıp kâh uzaklaşıyorlardı. Soçi’ye giderken de geçtiğimiz bu yerleşim yerlerinden biri, biz Çerkesler açısından ayrı bir öneme sahip diyebiliriz. Eski adıyla PSIUPAP’E, yeni adıyla Lazarevskoye, Soçi ve Tuapse’den daha küçük, ama büyükçe bir kasaba şimdi. Özellikle sindirim yolları ve karaciğeri ile  sorunu olanların faydalanabileceği şifalı kaplıca suları olan sanatoryumları ile Çerkeslerin ve buralarda yaşayan diğer halkların foklor ve kültür ürünlerinin sergilenip gösterilerinin yapıldığı Milli Kültürler Merkezi kayda değer. Tabii biz Çerkesler açısından buraya adı verilen Michail Lazarev’den bahsetmemek olmaz. 1833’ten 1850 yılına kadar Çarlığın Karadeniz donanmasının komutanı olan Amiral Lazarev, 1865 sürgününden 30-35 yıl önce Adıǵelerin “XIUŞÖ” dediği kıyı bölgesindeki yerleşim yerlerini kılı kıpırdamadan bombalayarak işgal eden adamdır. Büyük sürgün ve soykırımın gölgesinde kalan bu işgal, aslında Rus yayılmacılığının ve bu yayılmacılığın ne tür bir insanlık dışı kabalıkla başlayıp ne kanlı operasyonlarla gerçekleştirildiğini göstermesi açısından ibret vericidir. Karadeniz kıyılarını behemehal işgale niyetli olan Çarlık, Osmanlı’nın o dönemdeki zayıflığını da fırsat bilerek, işe, bu Lazarev öncülüğünde kıyıdaki yerleşim yerlerini savaş gemilerinden bombalayarak başladı. Çerkeslerin böyle bir saldırıya karşı koyacak ne bir topları ne de gemileri olmadığını düşündüğümüzde, bunun çok da büyük bir askeri deha ürünü olmadığını; aksine, hiçbir askeri yapının ve yığınağın değil, doğrudan kadın ve çocukların da yaşadığı sivil yerleșim yerlerinin barbarca hedeflendiğini söyleyebiliriz.  Aylarca, gemi toplarınca dövülen yerleşim birimlerini boşaltıp dağlara doğru çekilmekten başka çaresi kalmayan Çerkeslerin birçoğu, dağları da aşarak Rusların henüz yaklaşamadığı Abzax bölgesine geçtiler. Kuban ötesinden sürülen diğer Çerkesler de eklendiğinde, bu dönemde Abzax bölgesine sığınmak zorunda bırakılanların sayısı, orada yaşamakta olan yerli Abzaxları da geçmiş olmalı. Bugün, kıyıdaki hiçbir yerleşim yerinin, çalışmak için başka yerlerden gelenleri saymazsak, yerli bir Çerkes nufusu yoktur. Bu durumu öncelikle bu Amiral Lazareve borçluyuz.  Şimdi bu amiralin heykeli, 2003’te bugünkü Rus yönetimince tekrar dikildiği, şehrin istasyon meydanında hala duruyor.  1996’da, RF’de daha demokratik bir atmosferin hüküm sürdüğü Yeltsin zamanında, Çerkes halkını incitmemek için yerinden kaldırılan bu heykel, Çerkeslerin bütün itirazlarına rağmen şimdiki yönetim tarafından tekrar dikilmiş. Dikildikten sonra, civardaki Çerkes gençleri tarafından birkaç defa saldırıya uğrayan ve devrilen heykel, daha sonra  söylendiğine göre elektronik olarak ve kameralarla koruma altına  alınmış bulunuyor.

Tuapse ( ŤUÁPSE) Çerkesçe iki su arası/ yarımada demektir ve buradan Karadeniz’e akan Tuapse (TIWAPSE/TIWIPSI = TIW suyu) ile Pauk (muhtemelen PIWI+KE= Göçük mezar (!) sularının arasında kalan yerleșim yeri için kullanılırken, tahminimce Rus ișgali sonrası bu nüans kaybolarak, güneydeki daha büyükçe olan ana ırmak gibi şehrin kendisi de Tuapse olarak anılmaya başlanmış olmalı. Şimdi Maykop’tan ve başka yerlerden gelen petrol, gaz ve bir de kömür depolama ve yükleme tesisleri de içeren, önemli bir endüstri limanı. Büyük sürgünde Anadolu’ya doğru kalkan gemilerin bașlıca çıkıș noktalarından biri idi. Hemen kuzeyinde denize bakan burunda șimdiki adı, (orasının defalarce resmini çizen ressamın adıdır) Kisilyev kayaları olan, denize sıfır ve duvar gibi duran uçurum tipi bir kaya gurubu vardır.  Sözü geçen Pauk (PIWKE) Irmağı’nı geçtikten hemen sonra başlayan bu kayaların önceki adı Rus kayıtlarında KADOŞ diye geçmekte. Bu kelimenin Çerkesçe orijinalinde yine bu KA/KE = mezar sözcüğünün olduğu anlaşılıyor.  KEDEṨ/ KEṪIṨ / KEṪEĴ =Mezar çıkıșı, Eskiden kazılmış mezar, ya da buna yakın bir anlama geldiğini düşündürüyor. Bu kayaların, sürgün esnasında gemilerde yer bulamayan ya da bilinmez yollara düşmeye mecali kalmayan, sahipsiz kalmış kimi çocuklu kadınlarca intihar etmek için kullanıldığı rivayet edilmektedir. Üstten aşağı bakınca insanın başını döndürecek yükseklikte ve sarplıkta (50-60m) olan bu kayaların dibine yakın bir kumsalda gezinirken gözüme ilişen kemik parçaları, ümidini yitirip ölümü seçen bu insanları düşündürdü bana. Ürperdim.

Tuapse’den kuzeye doğru yaptığımız bir günlük turda, hem kıyı boyu ŞAPSIĞ yerleşim yeri AGOY ŞAPSIĞ’ı, hem de kendi sülalemin çıkış noktası olan TIW adlı küçük ırmak ve aynı adlı vadiyi görme fırsatı buldum. ( Bu Rusça kiril ile Ty yazılıyor, Çerkesçesi Tıby ). AGOY ŞAPSIĞ’da, birilerine rastlayıp konuşabilme umuduyla yarım saatten fazla oyalandık. Köyün girişinde 600 yıllık olduğu söylenen bir meşe ağacı var. Yeni yapıldığı belli olan ve henüz kaba inşaatı yeni bitmiş gibi duran küçük köy camisini de gördük. Biriket türünden bir malzemeden yapılmış sıvasız duvarları, köyün camiye ayırabildiği bütçenin oldukça kısıtlı olduğunu gösteriyordu. Biraz turlayınca, bakkal gibi bir yerin önünde duran birkaç kişiye rastladık. Selam verip konuştuğum bu 40-50 yaşlarındaki üç-dört kişi, köyde cenaze olduğunu, kendilerinin de bu cenazeyi beklediklerini söylediler. Çok geçmeden de cenaze alayı belirince köyden ayrıldık. Sonradan öğrendiğimize göre, birkaç yıl önce başlanan bu cami inşaatı, imar ve ruhsat prablemleri dolayısı ile birkaç defa durdurulmuş.  Yolculuğumuz boyunca sık sık karşılaştığımız, bazıları hiçbir yerleşim yerinin olmadığı yol kenarlarında duran, aynı tipte ve altındanmış gibi pırıl pırıl parıldayan pirinçten kubbeleri olan, irili ufaklı yepyeni ortodoks kiliselerini anımsadım gayri ihtiyari. Buradaki eşitsizlik, eğer devlet bürokrasisinin işgüzarlığından değil de, bu toprakların yerlisi olan bir avuç Çerkese reva görülen bilinçli ve asimilasyonist politikaların bir yansıması ise bunun adı zulümdür ve RF gibi büyük bir devlet için utanç verici bir durumdur.

TIW sülalesinin yaşadığı aynı adla anılan yer, Karadeniz sahili boyunca, denize sıfır bütün diğer yerleşim birimleri gibi, Çerkessiz ve yeni bir Rusça ismi var; Olginka. Küçük Olga anlamına geliyormuş ve kutsal anlamında İsveç kökenli Helga’dan geldiği yazıyor kaynaklarda. Rusların ilk saldırılarına karşı koyan HACI DEGUMIKO İSMAİL BERZEG’in yanında 300 atlısıyla savaşa katıldığı büyüklerimizce rivayet edilen TIW YEFEND, babası tarafından İstanbul’a medrese eğitimi için gönderilip, oradan dönünce YEFEND diye anılır olmuştu. Sonunda, 300 atlı süvari çıkarabilecek yoğunlukta insanın yaşayabildiği yerleri bırakmak zorunda kalan bu insanlar, sülalenin benim de dedelerimin dahil olduğu büyük bir kısmı Abzax bölgesine, diğer bir bölümü Kuban yörelerine, hatta Kaberdey bölgesine kadar dağılarak yerleştiler. Bunun üzerinden yarım asır geçmeden de, büyük sürgünle tekrar muhaceret yollarına düştüler.  Ben kendimi yıllardır Abzax zannederken, kökenlerimizi araştırmaya başlayınca, baba tarafından Şapsığ asıllı olduğumuzu öğrenerek şaşırmıştım. Çerkesler, ABZAX, ŞAPSIĞ, KEBERDEY vb  kavramların etnik kimlikleri değil, Türkiye’nin, Marmara, Ege, Karadeniz, İç anadolu, Doğu ve Güneydoğu bölgeleri gibi, coğrafi bölgeleri ifade eden terimler olduğunu kabul etmelidirler. Bu ADIǴE kimliğine daha içselleştirici bir işlev de yükleyerek, kabile milliyetçiliğini önlemek açısından da büyük önem arzediyor. Hepimizin, yüzyıllarca süren savaş ve sürgünlerle karışıp- kaynaşarak, harmanlanıp tek halk olduğumuzu ve bunun adının da “ ADIǴE” olduğunu kabul ederek sindirmesi gerek.   “ADIǴE”,  Abzax, Şapsığ, Keberdey …vs’ den sonra gelen bir üst kimlik değil,  tek ve asıl  kimliktir.

Tuapse’de de, dil yüzünden bayağı zorlandık. Yolda rastlayıp tanıștığımız İngilizce bilen Beyaz Rusyalı bir genç sayesinde RF de Taxi nasıl çağırılır, onu da öğrendik. Havaalanı ve İstasyonlarda bekleyenleri saymazsak, yolda durup el sallamakla taxi durmuyormuș meğer. Telefon ederek gideceğiniz yeri söyleyerek taxi ısmarladığınızda, taksi santralı sizi geri arayarak gelecek arabanın numarasını veriyor. Bu ișlemin biraz Rusça bilmeyi gerektirdiği açık. Böyle çağırttığımız bir taksi șoförünü esmerliğine bakıp yine Ermeni zannetmiștik ama oraya evlenerek gelmiş bir Türk olduğu ortaya çıkınca bayağı sevindiğimizi itiraf etmeliyim. Bu sayede Tuapse dıșına yaptığımız turları, dil problemini așmıș olarak gerçekleștirebildik.

Almanya’ya geri uçmadan önce son gecemizi geçireceğimiz Krasnodar’a trenle akşamüstü vardık. Kurban Nehri’nin kıvrılarak güneyden yalayıp geçtiği bu șehir, Maykop ve Soçi’den çok daha büyük. Çariçe Katharina tarafından, Kafkasya’nın ișgali öncesi, bir askeri Garnizon olarak kurulmuş. İlk adı da bu nedenle EKATERINADOR. Kafkasya’nın işgalinde, Çarın vurucu güçleri olarak ünlenen Kuban Kazaklarının da merkezi. Bir șehir parkında gördüğümüz, Sovyetler sonrası dönemde dikilmiş, etrafında asker-sivil karışımı bir gurupla resmedilmiş Katharina heykeli bayağı șatafatlı idi. Yayalara ayrılmış geniş Krasnaya Caddesi’nde gördüğümüz bașka bir süvari heykelini görünce önce bir Çerkes atlısı olduğunu düşündüm. Kalpağı ve Çerkes kıyafeti ile tam bir Adıģe gibi duruyordu ilk bakışta. Yakından bakınca önce atın eyerinin, Çerkes eyeri olmadığını fark ettim. Bu Türkiye’de İspanyol eyeri denilen türden küçük, sert, yassı ve yayvan bir eyer. Çerkeslerin o körüklü, daha çok atın  rahatlığı da düșünülerek yapılan, esnek ve yüksek eyerlerinden değil. Sonra bakıșlarım süvarinin kalpağından bıyıklarına kaydı. Bıyıkların Çerkes bıyığı olmadığı açıktı. Pala bıyıkla sarkık bıyık karışımı, uzunca ve yabanıldı. Çerkeslerinki gibi, sadece üst dudağı kaplayan, kırpılmış ve bakımlı değildi. Söz bıyıktan açılmışken, 18-19 yașlarında iken, İstanbul’dan, ağzıma giren, halk arasında “pisbıyık” da denilen, daha çok sol kesimde görülen, özenti bir bıyık ile köye dönmüştüm. Șimdi rahmetli olan bir büyüğümüzden duyduğum, tamamını bire bir hatırlamasam da, büyük kısmı aklımda kalan şu sözler, Çerkes bıyığının nasıl olması gerektiğini anlatıyor zannederim.  “ADIǴE PAĆER; MIKORAŚEW, MIPERAŚEW, ĴEM DEMIHAW, PEM YIMIHAW, PEĆABĞOM TİZEW, NEḰURĞOM ŞİZEW  ḢUNFAY.  Kabaca tercümesi, “ Çerkes bıyığı;  dik ve uzun (kırpılmamış)  ve eğik bükük( taranmamış) olmamalı, Ağıza inmemeli, buruna girmemeli, bıyık alanını ( üst dudak) kaplamalı, gözbebeği hizasında olmalıdır.

Sadece 14 günlük ve 3-4 ayrı şehri kapsayan bu gezide, görmeye değer birçok yeri atlamak zorunda kaldığımın bilincinde olarak, görebildiğim yerler ile ilgili izlenimlerimi okuyanlara teşekkür ederim. Umarım, bu izlenimlerim, oraya henüz gidemeyenlere ve gitmek isteyenlere anavatan hakkında  bir fikir vermiştir. Sürçülisan ettiysek affola.

2 Yorum

  1. Çok detaylı ve güzel anlatım. Yüreğiniz e sağlık.
    2007 de Abhazya seyahat ın oldu.
    2012 de de emekli hanımlar olarak 8 kişi gurup olsrak Adıgey, Kabardeybalkar ı gezme fırsatım oldu. Ayrıca Çerkesk te bir hafta yunakoşumuz Dr. Yesen Muhammed ın misafiri oldum. Dedelerimiz in yaşadığı Yesedug, şimdiki ismi Rusça “Ессентуки” i görmek kısmet oldu. Dedemin dedesi nin mezarındsn toprak getirip Bsbamın mezarına döktüm. O anları yaşarken ki duyguları bu yazıyı okurken yeniden yaşadım.
    Maykop daki müzeleri, elbruzu, şrgem i eski mrzatlıklar. Kültürel kalıntıları.
    Bize rehberlik eden Baturay Yediç, Виденок,а Них,пт. Yardımlarını unutmuyotuz.
    Ayten Dİyner Doğan.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu