Bezroko Yılmaz

27 Mayıs Ayaklanmasında Kafkasyalılar-I

yilmaz-donmez
BEZROKO YILMAZ DÖNMEZ yilmazdonmezxxx@yahoo.com

19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra kuzeydoğudan gelmeye başlayan Müslüman Kafkas halkların göç dalgasıyla karşılaşan Osmanlı Devleti, fiili durumu pragmatik bir yaklaşımla güvenlik ekseninde değerlendirdi. Savaşçılığıyla bilinen Kafkasyalı kavimlerin bir kısmını Varna, Köstence gibi Rumeli vilâyetlerinde iskân ederek batıyı güçlendirmeye çalıştı. Rumeline yerleşenlerin büyük kısmı Osmanlı-Rus harbini müteakip ikinci kez göçe tâbi tutularak Suriye, İsrail gibi güney ülkelerine gönderildi. İlk göç dalgasında İzmir, Manyas, Biga, Gönen hattına yapılan iskânlarda batıdan gelebilecek tehlikeler dikkate alındı. İç Anadolu’daki gayrı müslimlerin çevrelenmesine benzer şekilde bir kısmını da doğudaki Kürt koridoruna set çekebilmek maksadıyla kuzeyden güneye doğru düz bir hat boyunca yerleştirildi.

Yeni misafirler İmparatorluk nezdinde makbul vatandaşlardı. Sarayda en itibarlı çevre onlara aitti.  Harem halkı ve maiyet, sadakatiyle maruf bu milletten seçilirdi. Allah’ın genetik yapılarına bahşettiği nitelikleri sayesinde bürokrasinin her kademesinde kendilerine yer bulmuşlardı. Öyle ki Samsun’a Ordu Müfettişi olarak gönderilebilecek 3 adaydan biri olan Ferit Paşa bile Çerkes asıllıydı.

Osmanlı devlet sisteminin tâbi olduğu imparatorluk esaslarına göre çalışan akıl, tek bir yönetim çatısı altında aynı amaç etrafında birleşmeye dayanıyordu. Farklı karakterlere sahip toplumların gönüllü uzlaşısının meydana getirdiği dev bir anıt olarak 600 yıldır ayaktaydı. Bünyesinde her milletten insana rengine, dinine, diline bakmaksızın liyakat esasınca yer veriliyordu. 20. yüzyıla gelindiğinde endüstrinin ve emperyalizmin büyüttüğü Batı gücüne karşı birliğin sağlanması mümkün görünmüyordu. Dünya hakimiyeti için Hindistan ve Mısır gibi ülkelerde mücadele eden İngilizlerle Fransızlar Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasında anlaşmışlardı.

tokatta-surgunler İmparatorluğun yıkım projesi gerçekte önce Balkanlardan başlandı. Kendi coğrafyalarında kendi halinde bir bütün olarak hayat süren Yunan, Bulgar, Arnavut ve Araplar milliyetçilik fikriyle isyana sürüklendi. Bağımsız devlet olma vaadiyle kışkırtılarak ayaklanıp ana gövdeden ayrıldılar. İngilizler öylesine etkili propaganda yapıyorlardı ki kendilerine ilk kananlar Paşalık unvanıyla Osmanlı saraylarını dolduran Müslüman Arnavutlardı.

İmparatorluk aslında 1908 yılında yıkılmıştı. I. Dünya Savaşında Almanya’nın yanında yer alan devleti kimin ameliyat masasına yatıracağı belirlenecekti. Almanları safdışı bırakıp bu belirsizliği ortadan kaldıran Fransız İngiliz ittifakının önüne gelen zor soru şuydu: 3 kıt’ada büyük bir medeniyet kuran ve bıçak altına yatırılan İmparatorluk düşman olmadan bir daha ayağa kalkmayacak şekilde nasıl yıkılacaktı? İslâmiyet tereyağından kıl çeker gibi bir tehdit olmaktan çıkarılabilir miydi? Türk tarihin çözülemeyen büyük sırları işte bu iki sorunun altında yatmaktaydı.

İmparatorluğu parçalayanlar açısından bünyedeki milletlerin gövdeden ayrılması şarttı. Öngörülen model adına ‘Ulus’ denilen bir hayali cemaati devletleştirmek, diğer tüm farklılıkları bu torbaya itmekti. Siyasî ve ekonomik bakımdan çevreden kopuşlar tamamlanınca sıra çekirdek kısma geldi. Bu bağlamda çerçevesi Türk etnik unsuruna dayanan kadrolaşmaya hız verildi. Çeşitli vesilelerle ve başta sürgünle topraklarından koparılarak Osmanlı İmparatorluğuna sığınmış Kafkasyalılar ve Yahudiler ile tehcire tâbi tutulmayan Ermeniler ve Rumlar çekirdekten nasıl koparılacaktı? Kendilerine ayrı bir devlet sözü verilmeyen Boşnaklar ne olacaktı? Öncesinde bulunan çözüm şuydu: İmparatorlukla bütünleşmiş ve her hücresine yerleşmiş bu halkların koparılması için kurulması öngörülen Ulus Devletin aslî unsuru tarafından düşman olarak algılanması gerekiyordu. Türk’e yeni kimliğinin oluşması için bir düşman gerekiyordu. Düşman algısının tutması için Sultan Abdülhamit’in hal’i üzerine bir kurgu yapıldı. Hal heyetine Yahudi, Ermeni, Arnavut, Boşnak kimlikli kimseler özellikle seçildi. İmparatorluğu yıkan ‘kötü’lerin bunlar olduğunun zihinlere yerleştirilmesi isteniyordu.

Sultan Abdülhamit’in hal’inde İmparatorlukla bütünleşmiş milletlerden kimselere rol verilerek ‘işbirlikçi’ konumuna sokulması, 600 yılın tarihe gömülmesinde mezarcı vazifesi yüklenmek istenmesi parçalanmayı kolaylaştırmak içindi. Bu sahneye bakan Türkler, resimdeki kötülere bakarak onlardan nefret edecek, bir daha selâm vermeyi dahi düşünmeyecekti. Ulus Devletin inşasında ayaklanmaları bastırmaktaki faydaları herkesçe takdir edilen, soydaşı Abhaz Ahmet Anzavur’a dahi acımayan, abisi Reşit Beyle birlikte Teşkilat-ı Mahsusa’ya hizmet eden Ethem Beye  ‘Hain’ damgasının vurulması bu maksada yönelikti. Cumhuriyete karşı bir kalkışma gücü bulunmadığı halde çok sayıda Çerkes’in sembolik olarak sürgüne yollanmasının sebeplerinden biri de buydu. Ölene dek ne olduğunu anlayamayan Ethem Bey boş yere gurur yapıyor, boş yere hain olmadığını ispata çalışıyordu. Ancak ne bu operasyon farklılıkların güçlü kıldığı gövdeyi sarsabildi ne de Ethem Bey operasyonu esasta devletçi Çerkesleri ana gövdeden koparabildi. Vatan toprağından koparılmanın acısı yüreklerinde tazeydi çünkü.

Gövdeden koparılmaya çalışan Kafkasyalılar yaptıkları mücadelede asla kimlik-benlik davası gütmedi. Yıkımda fırsatçı davranıp vatan bildikleri ülkenin birliğine bütünlüğüne halel getirecek davranışlardan kaçındı. Rauf Orbay’ın babası Muzaffer Beyin evlâtlarına bıraktığı vasiyet bu bakımdan çok önemliydi: ‘Benim hemcinslerim Kafkasya’da değil devlet memuru olmak, varlıklarını korumak için dinlerini değiştirmeye zorlandıkları bir sırada biz Türk topraklarına sığındık. Devlet ve millet bizi cins ayırmadan okuttu. En yüksek mevkilere getirdi. Bunu daima göz önünde bulundurarak sizin de hedefiniz bizim için mukaddes olan devlet ve millete kayıtsız ve şartsız fedakarlık ve hizmet etmek olmalıdır. Bu düstûr her düşünce ve hareketinizi düzenlemelidir.’  Böyle bir vasiyetin ağır sorumluluğu altında Milli Mücadelenin Batı Anadolu’yu örgütlemekle görevlendirdiği Rauf Beyin Milli Mücadele saflarına katılmak için Emreköy’de ikna ettiği Ethem Bey ve arkadaşlarından beklediği Çerkes milliyetçiliğini yeşertmek değildi, sadece ve sadece yüksek vatanseverlik hislerine hitap ederek devlete hizmet teklifi yapıyordu. Eğer öyle olmasaydı yönetimle ters düştüğünde tek kurşun sıkmadan bir kenara çekilir miydi Ethem Bey? Padişahlık yanlısı soydaşı ve kendisi gibi bir Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan Ahmet Anzavur’u karşısına alır mıydı?

adsiz2Sonuçta, ‘görünmeden varolma’ prensibiyle İngiliz aklı, Türk etnik unsuruna dayalı Ulus Devlet modeliyle yönetimi Cumhuriyete, dine yaklaşımı da lâikliğe dönüştürerek İmparatorluğun içini boşalttı.

Lozan’da temelleri atılan ve 3 kırmızı çizgi ile nüfuz alanı daraltılan cumhuriyeti kuran kadrolar arasında Kafkas ve Makedon kökenliler çoğunluktaydı. Makedon kökenli Türkler yeni yönetimin baş tacı edeceği unsur olacaktı. Ya Ethem Bey gibi her şeyini bu uğurda veren Kafkas kökenlilerin akıbeti? Büyük kıtalara emir komuta eden General Cemil Cahit, Hariciye Bakanı 6 dil bilen Oset (Zaraho) Bekir Sami Bey, Başbakanlığa kadar yükselen Hamidiye kahramanı Abhaz (Aşkaruva) Rauf Orbay’ın yeri ne olacaktı? Pşevu Ethem Beyden sonra bu isimler de birer birer tarih sahnesinden silindiler. Tasfiye kişisel takdir hislerinden çok egemen gücün iç dizaynının bir sonucuydu.

Savaşlar ve hastalık dolayısıyla büyük nüfus kayıplarının yaşandığı o yıllarda devlet zorunlu hizmetler için her zamankinden daha fazla yetişmiş insan kaynağına ihtiyaç duyuyordu. Okuryazar kesimin ekseriyeti ya büyük şehirlerde ya da batıda bulunuyordu. Bunların önemli bir kısmı toprakları ellerinden alınıp sürgün edilen Balkan göçmenleri, diğer kısmı da Kafkas kökenlilerden oluşuyordu. 6 okun milliyetçilik ilkesi gereği diğer etnik kökenlilerin Harp Okullarına girişi yasaktı.  150’likler arasında çok sayıda Çerkes bulunması ve ulus devlete geçiş aşamasında öz Türk olma zorunluluğu sebebiyle diğer kimliklerle birlikte Kafkasyalılar da köklerini gizlemek zorunda kaldı. Kültürel asimilasyon tam gaz devam ediyordu. Resmî olarak dışlansalar ve kimliklerini ifade etmekte zorlansalar da Kafkasyalılar bürokraside ve özel sektörde istihdam edilmeye devam edildi. Bürokraside özellikle Ordudaki süvari sınıfında yoğunlaşmaları dikkat çekti. O dönemde Süvari yarışma grubunda olan subayların büyük çoğunluğu Kafkas asıllıydı. Atatürk’ün süvarisi ünvanını taşıyan uluslararası müsabakalarda pek çok birinciliği olan Saim Polatkan (Hamathan) İnguştu, Salih Koç Kabartay, Ziya Azak Abaza, Eyüp Yiğittürk Çeçen’di. Kafkasyalılar çalışkanlıkları ve vatanseverlikleri sayesinde general, büyükelçi, vali, gazeteci olabiliyorlardı. Kahire Büyükelçiliğine kadar yükselen ve cömertliğiyle tanınan Fuat Hulûsi Tugay, İçişleri Bakanlığına kadar yükselen İhsan Sabri Çağlayangil, Tümg. Nuri Hazer ile gazeteci Metin Toker yükselen Kafkas neslinin yeni örnekleriydi. Prof. Ayhan Aktar’ın bir TV programında aktardığına göre Fuat Doğu’ya kadar bütün MİT Müsteşarları da Çerkes kökenliydi. Doğu için ‘Son Çerkes müsteşar’ deniyormuş.

Gerek İmparatorluğun son yılları, gerekse Cumhuriyetin ilk yıllarında ‘Çerkes’ kelimesi sahibiyle özdeş yüksek makamları veya büyük askerî/siyasî başarıları nitelemekte kullanılmadı. Daha çok yukarda izaha çalıştığımız Ethem Bey hadisesi dolayısıyla ihanetle veya kişisel kahramanlık-suikastlerle anıldı. Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren darbenin tarihe geçen ismi Ubıh asıllı Hasan Beydi. Neşeret Kadınefendinin kardeşi olan Hasan Bey kayınbiraderi Sultan Aziz’i tahttan indirip katline sebep olan Harbiye Nazırı Hüseyin Avni Paşa ile Hariciye Nazırı Mehmet Raşid Paşayı intikam için gözünü kırpmadan öldürmüştü. Bahriye Nazırı Ahmet Paşayı da yaralayan Hasan Bey yakalandıktan sonra Beyazıt Meydanında sabaha karşı asılmıştı. Tarihin hafızasında ‘Çerkes Hasan’dı artık o.

Sultan II. Abdülhamit döneminde üç Çerkes’in adı daha ön plâna çıktı. İlki 1913’teki Babı-ı Âli baskınıyla Sadrazamlığa getirilen Mahmut Şevket Paşayı öldüren ekipten Yüzbaşı Kâzım’dı. İkinci isim bir gazeteciyi öldüren Çerkes Ahmet, üçüncü de günümüzde adına kitaplar yazılıp methiyeler düzülen Yakup Cemil’di.

Sürgünden itibaren Kafkas kökenlilerin müdahil olduğu siyasî hadiselerde şu husus ortaktı: Kafkas kökenliler yükümlü kılındıkları vazifeleri tamamladıktan sonra ya hayatlarını kaybediyor ya da tasfiye ediliyorlardı. İstikrarı ve sürekliliği sağlayamıyor, birikimlerini bir sonraki nesle aktaramıyorlardı. Neden kıramıyorlardı bu kısırdöngüyü?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu