Murat ÖzdenRoman

‘Bir Vatan Aşkına’ ve Güner Kuban Üzerine

Murat-Ozden-
HABRACU MURAT ÖZDEN

Sanırım 1990 yılıydı…

Cezaevinden çıkışımın üzerinden beş yıl geçmişti. Bu beş yıl içerisinde hayata tutunma savaşı vermiş, ayaklarımın üzerine dikilebilmiştim. Kurmuş olduğum mali müşavirlik ve sigorta acenteliği işi fena sayılmayacak paralar kazanıyordu.

Derneklerimiz ise Türkiye’nin üzerinden geçen 12 Eylül darbesi  nedeniyle adeta bir çöle dönmüştü. Türkiye’nin üzerinde hakim olan “korku iklimi” derneklerimizde fazlasıyla mevcuttu. Bu iklimden dolayı, derneklerimizde dişe dokunur hiçbir şeyi tartışabilmemizin imkanı yoktu. Bunun için “Çerkes tartışma evi” diyebileceğimiz, daha entellektüel, daha derinlemesine konuları ele alabileceğimiz bir mekanımızın olmasını istedik.

Bu düşünce ile Beyoğlu Tünel’de bir ofis kiraladım ve tefriş ettik. Birçok arkadaşımla o ofiste yolumuz kesişti. Kutarba Hayri Ersoy, Ali Çurey, Ünal Çuğ, ErdoğanYılmaz, Yalçın Karadaş, Adil Güler gibi arkadaşlarım hemen aklıma gelenler… Tabi bu mekan ne dernek, ne vakıf, ne de sendikaydı. Yasal bir şekil verebilmek için,vergi dairesi kaydını Yalçın Karadaş’ın üzerine yapmış ve Nart Yayıncılık tabelasını asmıştık.

Bu yayınevi dört kitap yayınlamış ve Çerkes toplumunda ilk entellektüel tartışmaların nüvesini oluşturmuştu. 1990 yılının Ağustos ayında Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan körfez krizi nedeniyle ekonomik darboğaza girmem nedeniyle yayınevi kapandı. Daha sonra Hayri Ersoy aynı isimle birçok kitap daha yayınladı.

Bu yayın evininde, 1960 yılında Dünya Yayınevi tarafından yayınlanmış “Çerkes Ethemin Hatıraları” isimli kitabı yeniden basmayı da düşünmüştük. Ancak telif hakkı meselesini düşünerek Ethem beyin ailesi ile görüşme kararı almıştık.

1989 yılında Güner Kuban “Sevişmenin Rengi” isimli bir kitap yayınlamış ve cinsel kimliğini açıklamasından dolayı, bir magazin figürü olarak büyük sansasyon yaratmıştı. Bu gazete haberleriyle Güner Kuban’ın Çerkes Ethem’in yeğeni olduğunu da ilk defa duymuştuk. Kitabı yayınlayabilmek için Güner Kuban’a ulaşmak istiyorduk ama Çerkes camiasında Güner Kuban’ı ne tanıyan, ne de iletişimde olan kimse yoktu. Derken bir gün Cumhuriyet gazetesinde küçük bir ilan gördüm: “Ataköy Galleria’da Galeri Minyatür Kitapevinde Güner Kuban kitaplarını imzalıyor” diyordu. Hayri Ersoy’un çevirmiş olduğu Bakrat Şinkuba’nın Son Ubıh romanını koltuğuma alıp Güner Kuban’ın imza gününe gittim. Kendisine yeni çıkan “Son Ubıh” kitabımızı takdim ederek tanıştık. Çok ilgi gösterdi. Uzun yıllar Çerkes toplumu

dışında yaşamış biriydi Güner Hanım. Belki de Çerkes örgütlülüğü içinde yer alan bir kişi ile ilk defa karşılaşıyordu.

Son derece güçlü ve değişik bir kişiliğe sahipti Kuban. Türkiye devletinin Çerkes Ethem üzerinden ailesine büyük haksızlık yapıldığına inanıyordu. Bunun hesabını bir biçimde sormayı düşünüyordu. Güner Kuban’la iki yıl çeşitli vesilelerle bir araya gelmiş, fikir teatisinde bulunmuş ve birlikte yemiş içmişliğimiz de olmuştu. Biz Güner Kuban’a, Çerkes Ethem meselesinin sadece Pşow ailesinin değil, tüm Çerkes camiasının meselesi olduğunu anlatmaya çalıştık.

Ancak çeşitli nedenlerle araya mesafe girdi ve Güner Kuban’la iletişimimiz koptu. En son kendisiyle, 2012 yılında Kayseri’de düzenlenen “Çerkes Ethem Sempozyumu”nda görüşmüştük.Bir-vatan-askina-kitap

***

Yazmak hatırlamaktır.

Yazmak hatırlatmaktır.

Yazmak karanlığa ışık  tutmaktır.

Yazmak iz bırakmaktır.

Yazmak hesaplaşmaktır.

“Bir Vatan Aşkına” romanını yazarak bizlere hatırlamamızı sağlayan ve bir hesaplaşmaya giren Güner Kuban’ı öncelikle kutluyorum. Son derece akıcı bir üslupla, bir solukta okunan bir roman olmuş “Bir vatan aşkına”. Güner Hanım yazmayı sürdürürse çok ciddi bir okuyucu kitlesine ulaşır.

Alfa yayıncılık bünyesindeki Mona Kitap’tan çıkan “Bir vatan aşkına”nın kapağının en üst kısmında “Çerkes Ethem ailesinin gerçek öyküsü” yazıyor. Yani bu kitap tek başına bir Çerkes Ethem kitabı değil. Çerkes Ethem bu romandaki kahramanlardan sadece biri. Romanda Çerkes Ethem’le ilgili bildiklerimizin dışında fazla bir şey bulamadım. Ancak isminden başka hiçbir şeyini bilmediğimiz Reşit Bey hakkında epey birşey öğreniyoruz bu romanda. Harp okulundan Mustafa Kemal’in arkadaşı olan Reşit Bey önemli bir siyaset adamıydı. Ethem Bey’in gölgesinde kaldığı için tanımakta gecikmişiz. Bu romanın asıl kahramanı Reşit Bey’in eşi, Güner hanımın annesi Seher hanımdır. Onun yaşamından en az on roman ve film çıkar.

Özellikle Yunanistan’daki yaşamlarında diğer yüz elliliklerle ilişkilerini çok merak ederek romanı okudum. Ama böyle bir temas ya olmamış, ya da ablasının Güner Hanım’a aktardıklarında böyle bir şey yoktu. Çünkü yüz ellilikler listesinde bulunan Habraçü Arap Mahmut büyük amcamızın hangi koşullarda yaşadığını çok merak ediyordum.

Roman, yazarının hayalleri üzerine inşa edilen bir edebiyat türü. Ancak tarihi romanlar, tarihsel gerçeklikle uyum içerisinde olmak zorundadırlar. Bu romanda tarihsel gerçeklikle örtüşmeyen birkaç hususun altını çizmek istiyorum.

1-) 15 mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgali üzerine Çerkes Ethem harekete Mustafa Kemal’den önce geçer. Kuşçubaşı Eşref’in Manisa’daki çifliğine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından gömülmüş silahları ve parayı almak için gider. Güner Kuban Ethem’i çifliğinde Kuşbaşının karşılayıp ağırladığını ve adeta kurtuluş savaşına birlikte başladıklarını yazar. Oysa Kuşçubaşı 1. dünya savaşı sırasında, 2. Kanal harekatı sırasında 1918 yılında Arabistan’da İngilizlere esir düşmüş ve Malta’ya götürülerek hapsedilmiştir. İngilizlerle yapılan esir değiş tokuşu anlaşması gereği 1920’nin başında Türkiye’ye gelmiş ve kendi yetiştirdiği Ethem’in emrinde Kurtuluş Savaşına dahil olmuştur.Yüz ellilikler listesine dahil edilerek yurtdışına sürülmüştür. 1950 yılında Türkiye’ye dönmüş ve 1964 yılında vefat etmiştir.

2-) Roman’ın birkaç yerinde Reşit Bey’e İngilizlerin “Rusya-Türkiye sınırında kurulacak bir devletin başına geçmesi için” altın teklif ettiği  ve Reşit Bey’in bunu reddettiği yazılıyor. Bu iddia tarihsel gerçeklikten uzak bir hayaldir. Türkiye, Rusya sınırında neredeyse hiç Çerkes yoktur. Burada kurulacak bir devletin başına Reşit Bey’in geçmesi mümkün değildir. Ancak 1921 yılının Ekim ayında kurulmuş olan Şark-i Karib Çerkesleri Temini Hukuk Cemiyeti Batı Anadolu’da kurulacak bir Çerkes Federe Devleti talep etmiştir. Reşit Bey de bu derneğin yayınladığı beyannameye Saruhan-Manisa delegesi olarak imza atmıştır. İngilizlerin teklif ettikleri altınlar bu oluşumla ilgili olmalıdır.

3-) Türkiye’de bazı tarihçiler, Mustafa Kemal’i her türlü günahtan ve hatadan azade tutarak, bütün suç ve günahı İnönü’nün üzerine yıkarlar. İnönü, Mustafa Kemal’in adeta günah keçisidir. Bu tarihçilerin başında Cemal Kutay gelir. Oysa Türkiye’de uygulanan bütün politikaların altında Mustafa Kemal’in imzası vardır. İnönü Mustafa Kemal’in izni olmadan tuvalete bile gidemeyecek olan kifayetsiz bir muhteristir.

Maalesef bu romanın da Mustafa Kemali aklamaya çalışan bu bakış açısı kabullenilerek yazıldığını görüyoruz. “İnönü, Mustafa Kemal’i kandırarak Ethem kuvvetlerinin üzerine yürünmüştür” anlamı çıkıyor yapılan kurgudan. Halbuki, iktidar oyununda kendisine çok ciddi bir rakip olma ihtimali çok yüksek olan Pşow kardeşleri, çok usta bir ayak oyunuyla tasfiye etmiştir Mustafa Kemal. “Mustafa Kemal’in olanlara çok üzüldüğü” şeklindeki senaryolar, onun günahlarını örtüp,  dediğimiz gibi aklama çabalarına hizmet etmekten başka bir anlam taşımıyor.

Kitabı bu perspektifi göz önünde tutarak okumanızı öneririm.

***

Çerkes Ethem meselesinde ben kesinlikle Çerkeslerden yana tarafım.

Kendisini Türk olarak kabul eden, biyolojik bir Çerkes olan Ethem’in yaptıklarından ve halkıma çektirdiklerinden dolayı aleyhinde tarafım.

Ben Ethem’den şu nedenlerle davacıyım.

1-) Anzavurcu diye çocukluğumun geçtiği Gönen’in Çerkes olan Üçpınar köyünü üç defa yaktırdığı için davacıyım.

2-) Düzce’de, Ankara’nın “kesinlikle cezalandırma yapma” diye telgraf çekip talimat vermesine rağmen, 52 Çerkes ileri gelenini astırdığı için davacıyım.

Peki Ethem Bey, gözünü kırpmadan Çerkeslerin öldürülmesi ve Çerkes Köylerinin yakılması talimatını verirken pişman mıydı?

Hiç sanmıyorum.

Kuşçubaşı Eşref, Rauf Orbay, Ömer Seyfettin, Ethem Bey vd. bir Osmanlı subayı kıyafeti giydirilip, iki rütbe verildiği için Çerkesliği satmışlar ve Türk olmuşlardı. Wikipeda’ya bakın hepsinin siyasi kimliğinde Türkçü yazıyor.

O Ethem ki, maiyetinde bulunan Çerkes askerlere “bölücülük yapıyorsunuz” diyerek Çerkesce konuşmayı yasaklamıştı(Bkz: Hasan İzzettin Dinamo-Kutsal İsyan).Yine büyük Çerkes Milliyetçisi Met İzzet Paşa bir gün karargahta Ethem ile Çerkesce konuşur. Ethem Bey Türkçe cevap verir. İzzet Paşa “Sen Çerkes değil misin, neden Çerkesce konuşmuyorsun?” der. Ethem Bey “Şimdi bunların sırası değil” diyerek durumu geçiştirir.

Bu davranış kalıpları içinde olan birine nasıl Çerkes diyeceğiz?

Demokratik devletlerde ve toplumlarda insanlar ve devletler, hatalarından dolayı, özür dilemesini bilirler ve hatalarından ders çıkarırlar. Totaliter ve faşist rejimler hatalarını asla kabul etmezler. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Üzerinden yüzyıl geçmiş bir meseleyi bile sağlıklı ve soğukkanlı bir biçimde değerlendirme yeteneğinden yoksun bir toplumda yaşıyoruz.

1926 yılında Atatürk’e İzmir suikastı davası nedeniyle, Kazım Karabekir gibi bir komutan bile idam cezası ile yargılanmış ve beraat etmiştir. Ancak bu dava ile itibarsızlaştırılması sağlanmıştır. Daha sonra yönetimle olan ihtilafı nedeniyle, sıkıyönetim altında tutulması gereken 84 kişilik  listenin başına yazılarak 10 yıl ev hapsinde tutularak birçok baskıya maruz kalmıştır.

Kazım Karabekir’den devlet bugüne kadar özür dilememiştir.

Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir’in televizyonlara çıkıp, babasına yapılanlara rağmen, Mustafa Kemal’e övgüler yağdırması hep sinirimi bozar.

Vitrine çıkıp bir şeyler yazanların ve söyleyenlerin hep doğruyu söylemesinden yanayım ben.

Sevgili Güner Kuban,

Hayatınızın misyonu olarak kaleme aldığınız bu romanda, keşke herşeyi İnönü’nün üzerine yıkarak izah etmek yerine bize gerçek suçluyu gösterseydiniz.

Bir Yorum

  1. “BİR VATAN AŞKINA” adlı kitabımda 20. Bölüm 392. Sayfada babam Reşit Beyin bir anısını yazmıştım;
    “Ürdün’deki sarayda Kral Abdullah ile Reşit Bey karşılıklı, süslü koltuklarda oturmuş dertleşmekteydiler. Masanın üzerinde gümüş iki ufak tepsi içinde kahve fincanı ve iki küçük kadeh likör vardı. Abdullah kahvesinin ardından likörden bir yudum alarak, “Bazen seni anlamakta müşkülat çekiyorum dostum. Ayağına gelen İngiliz heyeti ile görüşmeyi neden kabul etmiyorsun?”
    “Haklısın Abdullah. Fakat sen İngiliz hükümetinin benden beklentilerini bilmediğin için böyle konuşuyorsun.”
    “Yanlış anlamanı istemem, başımın tacı misafirimsin. Sarayıma şeref veriyorsun. Üstelik senin gibi bir dostu yakınımda görmek çok keyif veriyor fakat benim tanıdığım güçlü, haşmetli Reşit bu kadar pasif yaşamaya tahammül edemez diye düşünüyorum.”
    “İltifatlarına teşekkürler azizim. O zaman sana işin aslını anlatayım da, bana hak ver. İngilizlerin asıl maksatları Rusya ile Türkiye arasında tampon bir devlet kurarak başına beni ve kardeşlerimi getirmek. Bu devlet tabii ki onların maşası olacaktır. İngilizler bu taleplerini tekrar etmekten hiç vazgeçmediler, bıkmadılar. Dostum, Yunanistan’da en sıkıntılı günlerimizde kapıdan attıkları torbalar dolusu altınlara çocuklarımın aç kalmaları pahasına bile olsa tenezzül etmedim. İngilizlerin elçilerine, Türkiye Cumhuriyeti’ni biz kurduk, ona karşı hiçbir hareketin başında olamayız diyerek altınları reddettim.”
    Abdullah gözlüklerinin arkasından Reşit’e bakarak, “Ah seni iflah olmaz vatansever seni. Baban ve ailenin hasretiyle kavrulmanı seyretmek beni ne kadar üzüyor bir bilsen. Aman tiksiniyorum şu politikadan…”
    “Haklısın. Politika entrika, ihanet demekmiş, dostluğa, fedakârlığa, insanlığa, gerçeklere, vatanseverliğe ihanet…”
    Okuyucularımın bazılarının aklında İngiltere’nin, Anadolu ile Rusya arasında Çerkes Ethem kardeşlerin yönetiminde tampon bir devleti neden kurmak isteyecekleri sorusunun oluşabileceğini hissettiğim için açıklamak ihtiyacını duyuyorum.
    O gün ki şartlarda İngiltere’nin Rusya ile Türkiye arasında tampon bir devlet kurmayı istemesinin nedenini anlamak hiç zor olmayacak. Yeni ele geçirdiği petrol ile birden zenginleşen Orta Doğu topraklarının kontrolü ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceğinin İngiliz emperyalizmin işine geldiği gibi dizayn edilmesi ancak o bölgenin İngiltere’nin denetimi altına alınmasıyla ile sağlanabilecek oluşu da çok önemliydi. Kısacası, Emperyalist ve kapitalistler Rusya, İran, Türkiye ve Kafkasya’yı o tampon devlet aracılığıyla kontrol altına almak istiyorlardı. Yeni kurulacak bir tampon devletin bu ulusların takip ve yönetim merkezi olması açıkladığım nedenlerle apaçık ortadadır. Babam Reşit Bey ve kardeşlerinin böyle bir teklifi kabul etmeleri imkansızdı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu