Hikâye

Çerkes Hikayeleri: Derin Acılar Dilsizdir. (Habatır)

22222Gün batımının en son ışık huzmeleri de dağların ardında kaybolmuş, gündüzün firari yıldızları karanlığa yakalanmış, gökyüzünde parlamaya başlamıştı. Gülahmet köy okulunun önündeki eski bir kütük üzerinde oturmuş sohbet eden arkadaşlarından ayrılıp evlerinin yolunu tuttu. Mısırlar yetişmeye başlayalı her gece olduğu gibi bu gecede tarlaya gidip sabaha kadar domuz bekleyecekti. Eve girdiğinde annesi Hawuneşxo’da (aile bireylerinin kullandığı büyük oda) akşam namazının kazasına durmuştu. Annesini hiç rahatsız etmeden Pıt’a (mutfak) girdi. Gece tarlada yemek üzere heybesine yarım somun ekmek ve biraz tereyağı koydu. Bu arada annesi selam verip namazını bitirdi.

* “Tarlaya mı gidiyorsun oğlum ? ne olur dikkatli ol” dedi.

Gülahmet duvarda asılı olan tek kırma tüfeği ve fişek armasını da aldı yanına ve evden çıkarken annesine

* “Her gece tarlaya giderken bunu söylüyorsun anacığım, sen hiç merak etme, ben kocaman adam oldum” dedi.

Kadıncağızın ana yüreği biricik yavrusunun böyle her gece orman kenarındaki bir tarlada tek başına sabahlara kadar kalmasına bir türlü razı olmuyor, onun için çok endişeleniyordu. Çünkü o daha 12 yaşında bir çocuktu, ama elinden de bir şey gelmiyordu. Ektikleri tarlalara göz kulak olacak kocası ve oğlundan başka erkek yoktu evde. Hasat zamanı yaklaşmıştı, bu yüzden kocası köye çok uzakta olan İvak denen vadideki nohut tarlasına, oğlu ise köye yakın olan mısır tarlasına gidip sabahlara kadar domuz bekliyordu.

11903842_10207459894798589_9069183985607679353_nAdiǵelerin dediği gibi fakirin ümidi hep sonbahar/hasat zamanındaydı. (Thamıçem yiguğer bıjıhar arı) Köylüler ektikleri ürünü zayiat vermeden hasat zamanına yetiştirmek için gündüzleri kuşlardan, geceleri domuzlardan koruyorlardı. Bu yüzden tarlalara kuşlar için samandan yapılmış insana benzer korkuluk dikiyorlar, geceleri ise domuzları sesle kaçırmak için teneke çanlar asıyorlardı. Gülahmet’in gideceği mısır tarlası köye 4-5 kilometre mesafede orman kenarında, hafif bir yamaçtaydı. Tarlanın her tarafını rahatlıkla görebileceği bir yerde yağmurdan korunmak için ağaç dallarından yapılmış küçük bir çel (barınak) vardı.

Küçük çocuk hazırlıklarını tamamlayıp mısır tarlasına geldiğinde köyden yatsı ezanın sesi geliyordu. O gece insanın içini serinleten hafif bir rüzgâr esiyor, tarlanın içindeki teneke çanların sesi gece kuşlarının ormanın derinliklerinden gelen seslerine karışıyor, ateş böcekleri de etraftaki otların dibinde parıl parıl parlıyordu. Gülahmet her gece barınak önünde büyük bir ateş yakıyor, ateşe gözlerini dikip kendi dünyasına dalıp gidiyordu.En çok kiminle evleneceğini düşünüyordu. Bu merakını gidermek için hep bir uğur böceğini parmağının üzerine koyuyor, böcek parmak ucundan uçana kadar “taće kesçeşt, taće kesçeşt” (ne taraftan evleneceğim, ne taraftan evleneceğim) diye tekrarlıyordu. Fakat uğur böceği her defasında farklı yönlere uçtuğundan yinede bu merakını bir tülü gideremiyordu. Hayalinde bazen çok usta bir at binicisi olup bayrak yarışlarının hepsini kazanıyor, yarışlarda kazandığı bayrakları köy meydanına şerefle dikiyordu. Bazen de çok ünlü bir pehlivan olup er meydanlarında peşrev çekiyordu. Hayal ve umutlarla geçiriyordu orman kenarındaki gecelerini. Çocuk olmak ne güzel bir şeydi, umut ettiği, düşlediği her şey hiçbir engel tanımadan sorgusuz sualsiz gerçekleşiyordu hemen hayalinde.

20140927_103004

Gece epey ilerlemiş domuzların tarlalara dalma vaktine yaklaşmıştı. Gülahmet önünde yanan ateşin közlerini alevlerden uzak bir tarafa topladı, ekmeğinden iki dilim keserek közlerin üzerine koydu. Ekmekler kızarınca üzerine tereyağı sürüp büyük bir zevkle yemeye başlamıştı ki tarlanın ortasında bir hışırtı sesi gelmeye başladı. Birkaç dakika sonra ses daha güçlü bir şekilde kendine doğru yaklaşıyordu. Hemen tüfeğini sesin geldiği yöne doğru doğrulttu, tetiğe basmadan önce babasının tembihlediği gibi “Xet ar, Xet ar”  (kim o, kim o) diye seslendi fakat hiçbir cevap gelmedi. Artık kendine yaklaşan bir karaltıyı seçmeye başladı karanlıktan. Tekrar büyük bir heyecanla son kez  “Xet arrr” (kim ooo)  diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Tam tetiğe basacağı anda “Heyttt” diye bir ses geldi. Sesin sahibi köyün en yaşlısı Habatır’dı. İhtiyar çocuğun yüzüne bile bakmadan geldiği gibi kaybolup gitti karanlıkta. Gülahmet az daha vurmak üzere olduğu Habatır’ın bu hareketine hiç şaşırmadı. Çünkü o hep aykırı davranan bir insandı. İyi ki de babasının nasihatini dinlemişti, yoksa Habatır’ı çoktan vurmuştu. Heyecanı dindikten sonra yine ateşe gözlerini dikip bu tuhaf adamı düşünmeye başladı. Aslında köyde yaşıtları arasında tek okumuş insan oydu, eğitmen (öğretmen) olduğu söyleniyordu. Ninesinden onun çok iyi ata bindiğini, hatta eskiden her yıl ramazan bayramlarında yapılan dörtnala giden bir atı en kısa mesafede durdurma yarışlarını hep onun kazandığını duymuştu. Böyle bir insanın bu hallere düşmesi çok garipti. Habatır sert mizaçlı, ağzını bıçak açmaz, çok sessiz, herkeslerden farklı bir insandı. Köyde onun her şeye nazar değdirdiğine, cinlerle konuştuğuna ve büyücü olduğuna inanılırdı. Bu yüzden özellikle çocuklar ve kadınlar ondan çok korkar, kimse onunla muhatap olmazdı. Köyde kurumaya yüz tutmuş Wojnıbej denen küçük bir gölet vardı. Habatır yaz aylarında her gün istisnasız hava kararınca bu gölet’in kenarındaki çayırda gece çok geç saatlere kadar tek başına oturur, sonra kalkar o da herkes gibi mısır tarlasına gider domuzları beklerdi.

Wojnıbej köyün alt kısmında içme suyunun çekildiği 30-40 metre derinliğindeki su kuyusunun yanındaydı. Akşamları bu kuyuya köyün bütün kızları su çekmek için geldiğinden önü çok kalabalık olurdu. Bunu fırsat bilen delikanlılarda tabi hep oradaydı. Burada inanılmaz muhabbetler olur, gençler zevkle vakit geçirirlerdi. Bazen de kızlar kuyunun etrafındaki çayıra oturur su çekme sırası kendilerine gelene kadar abaneḱoş(1) oynarlardı. Habatır işte bu su taşıma işleri bittikten sonra buraya her akşam gelir gece yarılarında kadar tek başına hiç konuşmadan otururdu. Gece Wojnıbej’den gelen kurbağa sesleri köyün en uzak evinden dahi duyulurdu. Neden burada bu kadar oturuyor, burada oturmaktan ne anlıyor kimse bilmiyordu. Ancak onun burada cinleri ile irtibata geçtiği, gece geç saatlere kadar onlarla konuşup sohbet ettiği sanılıyordu.

10454461_10204343151118448_8381073198705728586_nVakit gece yarısını çoktan geçmiş hava iyice serinlemişti. Yakup’un Yaylası’ndaki çobanlar koyunları otlatmak için ağıldan çıkartmaya başlamışlardı. Harekete geçen çoban köpeklerinin havlama seslerini duyunca Habatır’ı düşünmekten sıyrıldı Gülahmet. Uykunun dayanılmaz cazibesine bir iki saat daha direnmek için bütün gücüyle karşı koyuyordu. Avucuna matarasından biraz su döküp yüzüne sürdü, gözlerini ovuşturdu. Yine tam bu sırada “Wus, Wus, Wuss” diye bir ses duymaya başladı. Tekrar can kulağı ile dinledi karanlıktan gelen sesi “Wus, wus, hı Semay, hı Semay” diyen birinin sesi geliyordu. Çocuk gecenin bu saatinde uzaklardan gelen sesin ne olduğunu anlayamıyordu. Biraz korkmaya başladı ama bunu da kendine yakıştırmadığı için hemen cesaretini toplayarak tüfeğini yanına alıp sesin geldiği yöne sessizce gitmeye başladı. Dört beş tarla geçtikten sonra Tekepsıne denen derenin eteğine kadar geldi. Önündeki pelit ağaçlarının arasındaki patika yoldan çıktığında Habatır’ın büyük bir ateş etrafında kendi kendine dans ettiğini gördü. Gözlerine inanamıyordu, ihtiyar ateş etrafında büyük bir coşku ile dans ediyor, “Wus, wus, wuss” diye dejuğ (2) yapıyor, havadaki sağ eli, yaptığı dejuğ ile uyumlu olarak yukarı aşağı iniyor, sol eli belinin hizasında sabit duruyor, ayaklarını yere sağlam ve sert adımlarla her basışında yerden toz kaldırıyordu. Bazen de “hı Semay, hı Semay, yeguğ, yeqoć, yeq`qoooć” (Haydi Semay, haydi Semay, özen göster, yandan dolan) diyordu. Gülahmet ürkmüş bir vaziyette hayretler içinde hiç hareket etmeden ihtiyarı izliyordu. “Gerçekten de bu adam cinlerle dans ediyor” diye içinden geçirmeye başladığında daha fazla korkmaya başladı. İhtiyar inanılmaz bir enerji ile ateş etrafında yaşına göre olağan üstü çevik ve sert hareketlerle dans ediyordu ki, geriye ani bir dönüş yaptığında karşısındaki donup kalmış çocuk ile göz göze geldi. Havadaki sağ elini hemen indirerek dans etmeye son verdi ve

*  “Te wukıćığ wo” (Nerden çıktın sen) diye bağırdı.

Çocuk hala hareketsiz bir şekilde ne diyeceğini bilmeden eli tüfeğin tetiğinde ayakta bekliyordu. İhtiyar yerine gidip oturdu. Cebinden tütün tabakasını çıkarıp ağzına bir sigara koydu ve önündeki ateşten ucu yanık bir odun alıp sigarasını yaktı. Birkaç kere derin derin sigarasını içine çekti ve sert bir ses tonuyla

* “Gel otur” dedi çocuğa.

Gülahmet çok korktuğu için kaçıp gitmeyi geçirdi içinden ama ihtiyar onun bu düşüncesini anladı ve daha yumuşak bir sesle

* “Gel oğlum, korkma otur yanıma” dedi.

Çocuk tedirgin bir vaziyette ihtiyarın dediğini yaptı ve tüfeğini kucağına alıp ihtiyarın yanına oturdu. İhtiyar sigarasını hala derin derin çekiyor, ağzından çıkan sigara dumanı sararmış bıyıklarının arasından rüzgârın yönüne doğru karışıp gidiyordu karanlığa. Çocuğun yüzüne bakmadan başını önüne doğru kaldırıp ormanın derinliklerine doğru bakarak,

* “Evladım bu gece gördüklerinin nedenini sana anlatacağım, ancak sana anlatacaklarımı ben yaşarken kimseye anlatmayacağına söz vermeni istiyorum” dedi.

Küçük çocuk o kadar korkmuştu ki o anda Habatır ne derse her şeye evet demeye çoktan razıydı.

* “Söz, söz Thamade (Saygıdeğer büyüğüm) kimseye anlatmam” dedi telaşla.

*  İhtiyar “Köyde benim hakkında söylenenlerin hepsinin farkındayım. Bunun için kimseyi suçlamıyorum. Çünkü benim davranışlarım normal değil. Ancak sen bu gece gördüklerini köyde anlatırsan hakkımda söylenenlere birde deli olduğumu ekleyecekler. Bir gün öldüğümde de böyle anılmak istemiyorum. Onun için sırrımı sana anlatacağım. Ama dediğim gibi, ölüm kapımın eşiğinde hazır bekliyor, ben öldükten sonra istediğine anlatabilirsin” dedi.

Habatır ateşe bir iki kütük daha attı, büyük közlerin arasından havaya süzülen alevler zaman zaman ihtiyarın yüzünü aydınlatıyordu. Derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı hikâyesini.

258“Hacı İdris’in kızı Semay ile çocukluğumuz Wojnıbej’in (küçük göletin) etrafında geçti. Beraber büyüdük, ben ondan bir yaş büyüktüm. Evlerimiz Wojnıbej’in iki yakasında bir birine bakıyordu. Şimdi o evler yok artık. 1939 yılındaki depremde yıkıldılar, o depremden sonra köy biraz daha yukarı şimdiki yerine taşındı. Biraz aklımız ermeye başlayıp büyüyünce bir birimizi sevdiğimizi anladık. Önce kendi kabuğunu, sonra da toprağı yarıp aydınlığa kavuşan ceviz fidanı gibi zaman geçtikçe sevgimizde bizimle beraber büyüyordu. Ben delikanlı, o da genç bir kız olduğu yıllarda her doğan güne büyük bir umutla uyanıyorduk ikimizde. Bir arının bir çiçekten diğerine kanatlanırken hissettiği coşku gibi kanımız kaynıyordu o günlerde.  Gündüzleri bir şekilde hep görüşüyorduk ama biz ne konuşmaya ne de görüşmeye doyuyorduk. Bu yüzden herkeslerin uykuyla öldürdüğü zamanlarda biz geceleri de konuşmanın yolunu bulmuştuk. Wojnıbej’deki kurbağa seslerinden en kalın olanı ben, en ince sesli olanı da Semay olmuştu. Evlerimizin pencereleri birbirine baktığından ikimizde o pencerelerin dibindeki makatlarda (sedir) yatıyorduk. Ben içimden geçenleri Wojnıbej’deki kurbağanın sesiyle ona iletiyordum, o da kendi kurbağasının sesi ile bana. Her sabah ilk karşılaştığımızda “Bu gece ne duydun Wojnıbej’den ?” diye sorardım. O da “Habatır diyor ki…..” diye anlatmaya başlardı içinden geçen sevgi dolu düşüncelerini. Sonra o bana sorardı “Sen ne duydun bakalım ?” derdi. Bende bütün gece onu düşünerek kurduğum hayallerin hepsini anlatırdım. Wojnıbej’deki kurbağalar geceleri durmak dinlenmek bilmeden sabaha kadar sadece bizi konuşuyorlardı. Ama o konuşmaları ikimizden başka kimsenin anlaması imkânsızdı. Günlerimiz büyük bir mutluluk içinde böyle geçiyordu. Gelmişimiz, geçmişimiz, geleceğimiz, her şeyimiz sadece birbirimize olan sevgimizdi. Yıllar su gibi akıp ikimizde evlenecek çağa geldiğimizde bazı geceler herkesler uykudayken gizli gizli Wojnıbej’ın kenarında buluşmaya başladık. Bunun için bir parola geliştirdik. Gece herkes uyuduktan sonra idareyi (eski bir yağ lambası) alıp perdeye yaklaştırıyor iki elimizi köpek başı gibi birleştirip pencereye gölge vurduruyorduk. Başparmaklarımız köpeğin kulakları, serçe parmaklarımız ağzı gibi yansıyordu perdeden. Başparmaklarımızı (köpeğin kulaklarını) üç kez açıp kapattığımızda “İyi Geceler”,  serçe parmaklarımızı (köpeğin ağzını) sürekli açıp kapattığımızsa ise “Seni çok özledim, Wojıbej’e gel” demekti. Wojnıbej’deki gece buluşmalarımızda bir birimize iyice sokulup bir duyan olasın diye hiç konuşmazdık, sadece kalp atışlarımızı ve kurbağaları dinlerdik. Semay’ın kurbağa seslerini dinlerken kısık kısık “Hı cı mır serı” (İşte bu benim), “Hı cı mırıy worı” (İşte bu da sensin) deyen sesi hala kulaklarımda çınlıyor.”

Yüreğinin en derinlerinde yıllardır sakladığı hikâyesini anlatırken Habatır’ın gözleri buğulanmaya başlamıştı. Çocuk hiç konuşmuyor can kulağıyla ihtiyarı dinliyordu.

*  İhtiyar “Hava iyice serinledi, ateşe yaklaş evlat” dedi ve anlatmaya devam etti.

“Semay’la aşkımızı doludizgin yaşarken 1940 yılının Eylül ayında hükümetin adamları köye geldi. Köydeki gençlerden bir tanesini seçip eğitmen (öğretmen) yapacaklardı. Köyde o yıllarda okuma yazma bilen hemen hemen hiç yoktu. Olacak ya o kadar gencin içinden beni seçtiler, ailem de ben de buna çok memnun olmuştuk. Erzincan Köy Enstitüsünde 8 ay eğitmen kursu gördükten sonra hükümet tarafından köyümde eğitmenlik yapmak üzere görevlendirildim. 1941 yılının Haziran ayında okulumu bitirip köyüme dönerken uzun burunlu magürüs otobüsle 10 saat süren yolculuğum boyunca hep Semay’ı göreceğim anı hayal edip durdum. Artık iyi bir işim ve maaşım olmuştu. Hemen Semay’ı istetip kavuşacaktım ona. Otobüs Erbaa’ya yetiştiğinde hemen elimdeki tahta valizimle vurdum kendimi köyün yoluna. Bir an önce köye varıp Semay’ı görmek için o kadar acele ediyordum ki terden sırılsıklam olmuştum. İki buçuk saat süren bir yürüyüşten sonra köye yetiştiğimde, Semay’ın babası Hacı İdris oğlu Şükrü ile bahçelerinin çitlerini tamir ediyorlardı. Elimi başıma doğru kaldırıp uzaktan selam verdim. Hacı İdris bana doğru bakıp oğluna bir şeyler söyledi ama uzakta olduğum için ne dediğini anlayamadım. Uzaktan geldiğimi gören anacığımın o anki sevincini tarif etmeye kelime dağarcığım yetmez. Ailem büyük bir coşku ile karşıladı beni. Amcalarım, dayılarım, bütün akrabalarımız akın etti evimize. Karşılama faslı akşamüzeri biter bitmez hemen su kuyunsa koştum. Semay’da herkesten erken geldi kuyu başına. Köy ortasında birbirimize sarılmamak için kendimizi zor tutuyorduk, uzun uzun bakıştık, gülüştük, konuştuk. Köyün diğer kızları da su çekmeye gelmeye başladığında,

“Bu gece Wojnıbej’i iyi dinle sana çok önemli bir şey söyleyecek” dedim.

“Ne olur beni çatlatma şimdi söyle” dediyse de o anda niyetimi ona söylemedim. O gün orada yaşadığım mutluluğu bin kere ölsem ve yine bin kere dirilsem unutmam mümkün değil.”

Konuşurken sesinin titrediğini fark eden ihtiyar birkaç dakika hiç konuşmadı, başını iyice öne eğerek yutkundu, bir iki kez öksürür gibi yapıp sesini temizlemeye çalıştı.

“O gece pencere kenarında ikimizde sabahladık. Büyük bir mutlulukla kurbağaların sesini sabaha kadar dinledik. Ertesi gün Semay’ı görür görmez “Ne duydun bu gece Wojnıbej’den ?” diye sordum. Biraz mahcup, biraz utangaç bir halde “Bilmem” dedi. Ben “Habatır’ın canına tak etmiş artık, seninle evlenmek istiyormuş duymadın mı ?” dedim. O da “Ben bu sesi her gece duyuyorum Habatır” dedi. Ona çok yakında büyüklerimi gönderip isteteceğimi söyledim. O günlerde köyde parmakla gösteriliyordum, herkes bana çok yoğun bir ilgi gösteriyor, beni şımartıyorlardı. Birkaç gün sonra düşüncemi anneme anlattım. Anacığım “Ah yavrum Semay çok güzel, çok terbiyeli bir kız bana sorarsan dünyada ondan başkasını sana layık görmem ama onlar Pşıĺı` (Adıǵelerde köle sınıfı) bunu baban, amcaların asla kabul etmezler” dedi. Ama anacığım ne yaptı etti büyüklerimizi razı etti. Amcalarım Semay’ı istemeye Hacı İdris’e gittiler ama o Semay’ı bana vermedi.”

O ana kadar hiç konuşmayan Gülahmet kızgınlığını belli eden bir ses tonuyla

* “Neden vermedi ki ?” diye sordu.

İhtiyar önündeki közü bir sopa ile karıştırıp ateşi alevlendirdi ve

* “Bir şapka yüzünden” dedi.

Çocuk ihtiyarın ne demek istediğini anlayamadı, ihtiyara anlamsız anlamsız baktı. Habatır çocuğun şaşkınlığını anladı.

“Evet bir şapka yüzünden çok garip değil mi? Okulu bitirip köye döndüğün gün Hacı İdris hani oğlu ile birlikte çit tamir ederken selam verip geçmiştim ya, o zaman başımda şapka yoktu. Benim için o gün oğluna

*“Bu köye şapkasız giren Şewcen’lerin oğlu değil mi ? Bir de okumaya gitti, adam olacağı yerde Adıǵeliği (Çerkesliği) unutup gelmiş deyyus. Köyde hiç şapkasız dolaşılır mı ?” demiş.

1890994_10203534927873372_931831710_nDünür giden amcalarıma da

* “Ben köye şapkasız giren, Adıǵeliği unutmuş birine kızımı vermem” demiş.

Hacı İdris’ler Pşıĺı` olduğu için zaten amcalarım da gönülsüz istemişlerdi Semay’ı. Onun bu davranışını bizimkiler çok büyük bir onur meselesi yaptılar. Büyüklerimiz bana da

* “Bir Pşıĺı`nın ayağına kadar bizi gönderip şerefimizi beş paralık ettin, bundan sonra bu kızın peşini bırakmazsan seni evlatlıktan reddederiz” dediler.

Bizim Adıǵelerde “Büyük sözü yarı tanrı sözüdür” bende büyüklerimin dediğini çaresiz kabul ettim. Semay ile o günden sonra hiç konuşmadım, ondan hep kaçtım, ona hiçbir açıklama yapmadım. O da benim bu davranışlarımı gurur meselesi yaptı. Ben böyle davrandıkça bana olan nefreti içinde dağlar gibi büyüyordu. Bizim Semay’ı istediğimiz tarihten bir ay sonra yukarı köyün ileri gelenlerinden Veli Ağa Semay’ı oğlu Haydar’a istedi. Hacı İdris ile Veli Ağa iyi ahbaptılar. Veli Ağa şehre inip-çıkarken Hacı İdris’te dinlenme molası verir, bir birleri ile alış veriş yaparlardı. Semay için yukarı köylüler Hacı İdris’e hatırı sayılır başlık parası verdiler. Semay’da o günlerde bana kızgın olduğu için bu izdivaça hiç ses çıkarmadı. Birkaç hafta sonra da gelin olup gitti. O güne kadar bizim köy dâhil civardaki Adıǵe köylerinden hiçbir kız yabancılara gelin gitmemişti. Hacı İdris o sene Semay için aldığı başlık parası ile hacca gitti, hacılığı da bu şekilde oldu. Başımda şapka olmadan köye girdiğim için Adıǵeliği unuttuğumu söyleyen o uğursuz kızını Adıǵe olmayanlara hiç tereddüt etmeden verdi. Onun Adıǵeliği bu kadardı işte.”

İhtiyar ses çıkarmadan kendini dinleyen çocuğa yüzünü hiç dönmüyordu, çünkü gözlerinden süzülen yaşları çocuğun görmesini istemiyordu. Kolunu gözlerine doğru sürterek gözyaşlarını ceketinin koluna sildi. Gülahmet’in çocuk kalbinde ihtiyara karşı acıma duygusuyla karışık bir sevgi yumağı oluşmaya başladı. Artık ondan ne korkuyor, ne de çekiniyordu. O an onun için bir şeyler yapmak istedi, ihtiyarın koluna uzanarak ona dokundu.

* “Thamade acıktıysan benim barınakta ekmekle tereyağı var hemen getireyim” dedi. İhtiyar

* “Sağ ol, ben aç değilim” dedi.

Çocuk hikâyenin devamını merak ediyordu.

“Sonra ne oldu, Semay’ı hiç görmedin mi ?” diye sordu.

İhtiyar tütün tabakasını çıkarıp bir sigara daha yaktı ve devam etti anlatmaya.

“Zavallı Semay gittikten bir sene sonra akli dengesini kaybetti. Veli Ağalar bu gelin delirdi diye Semay’ı Hacı İdris’in evine geri getirip bıraktılar. Zavallı yüreğindeki kahır yetmezmiş gibi gelin gittiği milletin adetlerine de hiç alışamadı. Onların yaşam tarzları çok farklıydı; biz camiye gideriz, onlar cem evine, biz mızıka çalarız, onlar saz, yemekleri, giyinişleri ne bileyim adetleri bizden çok farklıydı. Bir Adiǵe köyünde yetişmiş bir kızın bunlara alışması çok zordu.

Semay köye geri geldiğinde gerçekten delirmişti. Sürekli geziyor, boş boş konuşuyor, kimseyi de tanımıyordu. Durmadan tarlalardan beyaz taşları toplayıp getirip her birini teker teker Wojnıbej’e fırlatıyordu. Beni dahi tanımıyordu. Sadece göz göze geldiğimizde gözlerimin içine derin derin bakıyor,  “Wojnıbejır zığeğujışt” (Wojnıbeji/Küçük Göleti kurutacağım” diyordu. Sonraları Semay geceleri de evden çıkıp ormanlarda başıboş gezmeye başladı. Hacı İdris onu dışarı çıkmasın diye geceleri odasına kilitlemeye başladı. Bir kış gecesi nasıl olmuşsa evden çıkıp gitti. Hava çok soğuk, her tarafta bir metreye yakın kar vardı. Günlerce aradılar ama bulamadılar. Ben de çok aradım. Etraftaki bütün ormanları ve dereleri gezdim ama bulamadım. Evden ayrıldığının 27’nci günü Sivas tarafında bulunduğu haberi geldi Köye. Zavallının soğuktan elleri ayakları donmuş. Hastanede ayaklarını ve ellerini kesmişler ama yaşatamamışlar. Hacı İdris Sivas’a gitti. Semay’ın cesedini çok masraf olur diye geri getirmedi, orada bir yere gömdürttü.”

11903744_10207459945879866_6652328774929629887_nİhtiyar artık gözyaşlarını küçük çocuktan saklayamıyordu. Çektiği acıyı her hareketi ile öyle ifade ediyordu ki sanki önünde yanan ateş yüreğinde yanıyordu. Anlatmayı kesti, boş gözlerle etrafa bakınmaya başladı. Çocuğun artık içi her geçen dakika daha da ısınıyordu Habatır’a. İhtiyar kendisine acıyan gözlerle bakan çocuğun başını bir iki kez yukarı aşağı okşadıktan sonra anlatmaya devam etti.

“Hacı İdris uğursuzu hiç değilse Semay’ın cesedini köye getirseydi. Bende mezarına gider her gün ondan af dilerdim. Şimdi yapabildiğim tek şey her gece Wojnıbej’e gidip kurbağaların sesini dinlemek. Orada her gece Semay’a beni affetmesi için yalvarıyorum. Bazen sesini duyar gibi oluyorum. “Senin olduğun yerde sensiz yaşamaktansa, senin olmadığın yerde senin hayalinle yaşamak benim için daha onurludur” diyor bana. Çok pişmanım evlat, artık çok geç, benim gibi bir insan ağrımazsa hiç bilir miydi yüreğinin yerini. Hayatımın en büyük hatasını başkalarını memnun etmek için yaptım. Ben Semay’ın sevgisine ihanet ettim.”

Habatır’ın içinde fırtınalar kopuyordu o an. Kendisini dinleyen çocuğun sevgi dolu kalbinden başka sığınacağı hiçbir yer yoktu. İçinde yıllanan zehri akıtıyordu o gece.

IMG_9536604324821“Çok eski bir Adıǵe efsanesi vardır. Savaşa giden bir delikanlı arkadaşı ile birlikte sevgilisinin köyüne uğrayıp genç kızla vedalaşır. Tam avludan ayrılırlarken genç kız sevdiği adamın arkadaşına,

* “Ne olur sana yalvarıyorum sevgilime göz kulak ol, onu bana nefessiz geri getirme” diye yalvarır.

Çünkü genç kız çok iyi biliyordu ki Adiǵeler asla yaralılarını ve ölülerini savaş meydanında bırakmaz, ne pahasına olursa olsun mutlaka ölü veya yaralı geri getirirlerdi. Delikanlı arkadaşının sevgilisine,

* “Merak etme, ben yaşadığım sürece onu sana nefessiz geri getirmeyeceğime söz veriyorum” diyerek genç kızın yanan yüreğine bir avuç serin dağ suyu serpti.

İki delikanlı birbirlerini kollayarak düşman askerlerinin arasına şimşek gibi dalıp azgın bir sel suyunun önüne gelen her şeyi silip süpürdüğü gibi düşman birliklerini bir baştan bir başa yararak savaşıyorlardı. Savaşın en kızıştığı anda delikanlılardan biri arkadaşını gözden kaybetti. Delikanlı olanca gücü ile hem kılıç sallıyor hem de gözden kaybolan arkadaşını arıyordu ki onun kanlar içinde yere serilmiş cesedini düşman savunma hattının gerisinde gördü. Olağanüstü bir gayretle tekrar düşman birliklerinin arasına daldı, düşman askerlerini tırpanla ot biçer gibi biçerek arkadaşının cesedini savaş meydanının dışına çıkarmayı başardı. Savaş Adiǵe savaşçılarının zaferiyle sonuçlanmıştı ama her taraf yaralı ve cesetlerle doluydu. Genç savaşçı arkadaşının sevgilisine söz vermişti “Onu sana nefessiz asla geri getirmeyeceğim” diye. Yerde kanlar içinde yatan arkadaşının gözü yaşlı bir bekleyeni vardı ama kendisinin yoktu. Ne yapacağını uzun uzun düşündü ve bir çare düşündü. Gidip dere kenarından bir kamış kesip kamışın iki ucunu sivriltti, arkadaşının ve kendisinin göğsüne denk gelen yerdeki elbiseleri kaması ile kesip attı. Önce kendisi atına normal bir şekilde bindi, diğer savaşçıların yardımı ile arkadaşının cesedini de yüzü kendisine dönük bir şekilde atına bindirdi. Elbiseleri keserek açtığı göğüslerini kalpleri aynı hizaya gelecek şekilde ayarladı.  İki ucunu sivrilttiği kamışı arkadaşının kalbi ile kendi kalbine denk gelecek şekilde aralarına yerleştirip aniden bütün gücü ile arkadaşını kendisine doğru çekti ve kamış iki kalp arasında köprü oluşturdu. Delikanlı kendi kalbinden arkadaşının kalbine nefes verdi. Efsane buya ölü arkadaşı yavaş yavaş gözlerini aralayıp nefes almaya başladı ve bu şekilde atını sürdü genç kızın köyüne doğru. Savaşa gönderdiği sevgilisini büyük bir endişe içinde bekleyen kız avlularına giren atlıyı görünce çok şaşırdı. İki savaşçı bir atın üzerinde yüzleri birbirlerine dönük şekilde birbirlerine sarılmışlardı. Delikanlı genç kıza,

* “Sana verdiğim sözü unutmadım, bak sevgilin nefes alıyor” dedi ve attan düştükleri anda oracıkta iki savaşçı can verdi.

Biz işte aşka bu kadar saygılı asil bir milletin çocuklarıyız. O delikanlı arkadaşının aşkına duyduğu saygı nedeniyle gözünü kırpmadan canını vermeyi göze aldı, ama ben öyle alçak bir adamım ki kendi sevgime dahi sahip çıkamadım. Peşinden gidecek cesaretin varsa bütün hayaller gerçek olur derler ama ben bu cesareti gösteremedim.”

222-KS“Semay öldükten sonra başta kendim olmak üzere her şeye, her kese küstüm. Eğitmenliği de bıraktım. Ailem çok ısrar etmesine rağmen hiç evlenmedim. Kendimi vicdanımın karanlıklarına ve çıkmazlarına mahkûm ettim. Geceleri yatağıma yatıp gözlerimi kapadığım anda ardında toz duman, alıp başını pişmanlıklara dörtnala koşan bir yılkı atı oluyor yüreğim. Arkamda kalan uzun, çok uzun yıllar önce yaptığım hatalarla hesaplaşıyorum. Düşündükçe ve kendimle yalnız kaldıkça kirlettiğim sevgimizi gözyaşlarımla yıkamak istiyorum. Taze bir asma yaprağının üzerine düşen yağmur damlaları gibi akıp gidiyor gözyaşlarım hiç iz bırakmadan. Benim içinde acıyla, ihanetle inşa edilmiş bir dünyam var. Yalnız olduğum zaman o dünya bana açıktır. Orada Semay’ın hayali benimledir. Orada konuşulmaz, susulur, çünkü derin acılar dilsizdir. Geride o kadar çok söndürülmemiş yangınlar bıraktım ki, o yangınlar şimdi beni hep hayatın tenhalarına atıyor. Herkeslerden kaçışım ve suskunluğum bundandır.” dedi.

Habatır’ın içi biraz rahatlamıştı sanki hayatında ilk defa biri ile paylaşmıştı 70 yıllık hüznünü. Gülahmet ise dinlediği hikâye karşısında büyülenmiş,  sessizce oturuyordu ateşin başında. İçinden köyde Habatır hakkında söylenenleri düşünüyordu hep. Aklına takılan son şeyi soramadan da edemedi.

* “Thamade bu gece neden ateşin etrafında dans ediyordun ?” dedi.

Habatır’ın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.

11953027_10207459440747238_7146833270677605328_n* “Bu gece yine Semay’ı düşünürken, onunla hiç dans etmediğimizi fark ettim. Bu dans etmeyi bilmediğimizden değildi, aslında ikimizde çok iyi dans ederdik. Ben Hajğetuğ(3), Semay Yislamey dansını çok muazzam oynardı. Ama o zamanlarda köyde Work (asil sınıfı) ve Pşıĺı` (köle sınıfı) ayrımı çok yapılırdı. Work’ler düğünlerine Pşıĺı`leri sokmazlardı. Pşıĺı`lerin düğünlerine de Work’ler katılmazlardı. Bu yüzden Semay’la hiçbir düğünde karşılaşamadık. O zamanlar bizim gibi nice Adiǵe gençleri bu Work-Pşıĺı` meselesinin çok zararını gördü. Yeni nesil daha bilinçli, şimdi her şey çok daha güzel, ne Work kaldı ne de Pşıĺı`. Sağlığında Semay ile dans edemedim, bende bu gece onun hayali ile dans ederek bu mutluluğu ölmeden önce bir kez olsun yaşamak istedim.” dedi.

IMG_2610650746271Habatır sönmeye başlamış közlerin üzerine bir odun parçası ile toprak iterek ateşi emniyete aldı ve çocuğun gözlerinin içine bakarak ona ilk ve son nasihatini verdi.

“Evladım senin yaşındaki bir çocuk için hayat; uçsuz bucaksız bir serüven ve eğlence harmanıdır. Benim yaşıma gelmiş biri için göz açık kapayana kadar geçip gitmiş bir an-ı seyyaledir. Sen sen ol asla bilerek hayatta pişman olacağın hiçbir şeyi yapma. Her insan kendi yaptıklarının amansız tutsağıdır. Pişmanlığın içini kemirmeye başlayınca dünyada sığınacak hiçbir yer bulamazsın. Sonra benim gibi hangi gecenin kovuğuna sığınırım diye aranır durursun. Bir gün harlı bir ateş yanmaya başlayınca kalbinde bırak yanabildiği kadar yansın. Çünkü aşk yanmaktır. O ateşi söndürmeye hiçbir hadram’ın (okyanusun) suyu yetmez. Gece güne vardı artık bu saatten sonra domuz gelmez. Kalk gidelim.” dedi.

Habatır her geçen gün ömrünün sonuna yaklaştığını biliyordu. Yüreği bir mülteci gibi kendisine sığınan yalnızlığa kapısını sonuna kadar açmış 70 yıllık bir hüzün eviydi. O bundan sonra sadece toprağa yürümenin ve toprakta bir tohum olup Semay ile yenibaharlara uyanma özlemini yaşıyordu artık.

  • Abaneköş: Yere   üçerli  olarak  yan  yana  oyulmuş  küçük çukurlara belirli sayılarda taşların yerleştirilmesi ve bu taşların sistematik bir şekilde dağıtılarak rakip oyuncuların taşlarını kazanmak için oynan bir oyundur.

 

  • Hajğetuğ: Bir çeşit dans türüdür. (Bu dansta bir delikanlının sağına ve soluna birer kız bulunur. Karşılarında bulunan tek delikanlıya doğru dans ederek gidip gelinir. Karşıdaki tek delikanlı kızların kendi tarafına geçmelerini işaret ve hareketleriyle ister. Bir hayli nazdan sonra kızlar karşılarındaki tek delikanlının tarafına geçer. Kızları karşısındaki delikanlıya kaptıran delikanlı da diğer delikanlı gibi kızları tekrar kendi tarafına geçirmek için aynı hareketleri yapar.)

Yılmaz DÖNMEZ

AÇIKLAMA:

Bu hikâyeyi 2000 yılında Ankara’da hastanede yatarken bizzat hikâyenin kahramanı ve aynı zamanda babam olan Gülahmet’ten dinlemiştim. Gülahmet’in resmi Ek dosyadadır.

 

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu